قُلْ يَتَوَفّٰيكُمْ مَلَكُ الْمَوْتِ الَّذ۪ى وُكِّلَ بِكُمْ ثُمَّ اِلٰى رَبِّكُمْ تُرْجَعُونَ۟﴿١١﴾

11. De ki: “Sizin canınızı, size görevlendirilen ölüm meleği alır. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.

{“Ey esbab-perest gafil! Esbab, bir perdedir. Çünki izzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, kudret-i Samedâniyedir. Çünki tevhid ve celâl öyle ister ve istiklali iktiza eder. Sultan-ı Ezelî’nin memurları, saltanat-ı rububiyetin icraatçıları değillerdir. Belki o saltanatın dellâllarıdırlar ve o Rubûbiyyetin temâşâger nâzırlarıdırlar. (…) Hazret-i Azrail Aleyhisselam, Cenab-ı Hakk’a demiş ki: ‘Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden şekva edecekler, benden küsecekler.’ Cenab-ı Hak lisan-ı hikmetle ona demiş ki: ‘Seninle ibadımın ortasında, musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Tâ şekvaları onlara gidip senden küsmesinler.’ İşte bak, nasıl hastalıklar perdedir; ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler ve kabz-ı ervahta hakikat olarak olan hikmet ve güzellik, Azrail Aleyhisselâm’ın vazifesine mütealliktir Öyle de: Hazret-i Azrail dahi bir perdedir. Kabz-ı ervahda zâhiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemâline münasip düşmeyen bazı hâlâta merci olmamak için, o memuriyete bir nâzır ve Kudret-i İlâhiyyeye bir perdedir.” (S., Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Birinci Lem’a, s.293)}

اَوَ لَمْ يَرَوْا اَنَّا نَسُوقُ الْمَٓاءَ اِلَى الْاَرْضِ الْجُرُزِ فَنُخْرِجُ بِه۪ زَرْعًا تَاْكُلُ مِنْهُ اَنْعَامُهُمْ وَاَنْفُسُهُمْۜ اَفَلَا يُبْصِرُونَ﴿٧٢﴾

27. Görmediler mi; gerçekten biz, suyu kupkuru yere gönderiyoruz da onunla ekin çıkarıyoruz; ondan da hayvanları ve kendileri yiyor. Hâlâ görmüyorlar mı?

{“Hayat, Zât-ı Zülcelâl’in en parlak bir bürhan-ı vahdeti ve en büyük bir maden-i nimeti ve en latif bir tecelli-i merhameti ve en hafî ve bilinmez bir nakş-ı nezih-i san’atıdır. Evet, hafî ve dakiktir. Çünki enva’-ı hayatın en ednası olan hayat-ı nebat ve o hayat-ı nebatın en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, yani uyanıp açılarak neşv ü nema bulması, o derece zahir ve kesrette ve mebzuliyette, ülfet içinde, zaman-ı Âdem’den beri hikmet-i beşeriyenin nazarında gizli kalmıştır. Hakikatı, hakikî olarak beşerin aklı ile keşfedilmemiş. Hem hayat, o kadar nezih ve temizdir ki; iki vechi, yani mülk ve melekûtiyet vecihleri temizdir, pâktır, şeffaftır. Dest-i kudret, esbabın perdesini vaz’etmeyerek, doğrudan doğruya mübaşeret ediyor. Fakat, sair şeylerdeki umûr-u hasiseye ve kudretin izzetine uygun gelmeyen nâpâk keyfiyat-ı zahiriyeye menşe’ olmak için esbab-ı zâhiriyeyi perde etmiştir.” (S., Yirmi Dokuzuncu Söz, Birinci Maksad, Birinci Esas, s.507)

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Mâdemki her şeyin Allah’dan olduğunu bilirsin ve ona iz’anın vardır. Zararlı menfaatli her şeyi tahsin ve hüsn-ü rıza ile kabul etmek lâzımdır. Ve illâ, gaflete düşmeye mecbur olursun. Bunun için esbab-ı zahiriye vaz’edilmiş ve gözlere de gaflet perdesi örtülmüştür. Kâinat hâdiselerinden insanın heva ve hevesine muhalif olan kısım, muvafık olan kısımdan daha çoktur. Eğer heva sahibi, bu esbab-ı zahiriyeyi görüp Müsebbib-ül Esbab’dan gaflet etmese itirazlarını tamamen Allah’a tevcih eder.” (MN., Şule, s.236)}


وَيَقُولُونَ مَتٰى هٰذَا الْفَتْحُ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ﴿٨٢﴾

28. “Eğer doğru söylüyorsanız, bu fetih ne zaman?” derler.

قُلْ يَوْمَ الْفَتْحِ لَايَنْفَعُ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا ا۪يمَانُهُمْ وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَ﴿٩٢﴾

29. De ki: “Fetih (hüküm) günü kâfirlere imanları fayda vermez ve onlar(ın yüzlerin)e bakılmaz da.

فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ وَانْتَظِرْ اِنَّهُمْ مُنْتَظِرُونَ﴿٠٣﴾

30. Artık onlardan yüz çevir ve bekle. Şüphesiz onlar da bekliyorlar.

مِنْ سُورَةُ الْاَحْزَابِ

33. AHZAB SÛRESİ’NDEN

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

يَٓا اَيُّهَا النَّبِىُّ اتَّقِ اللّٰهَ وَلَا تُطِعِ الْكَافِر۪ينَ وَالْمُنَافِق۪ينَۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَل۪يمًا حَك۪يمًاۙ﴿١﴾

Ey Peygamber! Allah’tan kork, kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Şüphesiz Allah, her şeyi bilen, hikmet sahibidir.

وَاتَّبِعْ مَا يُوحٰٓى اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرًاۙ﴿٢﴾

Rabbinden sana vahyolunana tabi ol. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

وَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَك۪يلاً﴿٣﴾

Allah’a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.

{“İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir. ‘Tevekkeltü alallah’ der, sefine-i hayatta kemal-i emniyetle hâdisatın dağlarvari dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlak’ın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra saadet-i ebediyeye girmek için Cennet’e uçabilir. Yoksa tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i safilîne çeker.”

“Demek iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder. Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telakki ederek; müsebbebatı yalnız Cenab-ı Hak’tan istemek ve neticeleri ondan bilmek ve O’na minnettar olmaktan ibarettir.” (S., Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas, Üçüncü Nokta, s.314)

“Ey insan ve ey insanın reisi ve mürşidi! Eğer bütün mevcudat seni bırakıp fena yolunda ademe giderse, eğer zîhayatlar senden müfarakat edip ölüm yolunda koşarsa, eğer insanlar seni terkedip mezaristana girerse, eğer ehl-i gaflet ve dalalet seni dinlemeyip zulümata düşerse, merak etme! De ki: ‘Cenab-ı Hak bana kâfidir. Madem o var, herşey var. Ve o halde, o gidenler ademe gitmediler. Onun başka memleketine gidiyorlar. Ve onların bedeline o Arş-ı Azîm sahibi, nihayetsiz cünud u askerinden başkalarını gönderir. Ve mezaristana girenler mahvolmadılar, başka âleme gidiyorlar. Onların bedeline başka vazifedarları gönderir. Ve dalalete düşenlere bedel, tarîk-ı hakkı takib edecek muti’ kullarını gönderebilir Madem öyledir O, herşeye bedeldir. Bütün eşya, bir tek teveccühüne bedel olamaz.’ de.” (L., On Birinci Lem’a, Dördüncü Nükte, s.52)}


اِنَّ الْمُسْلِم۪ينَ وَالْمُسْلِمَاتِ وَالْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَالْقَانِت۪ينَ وَالْقَانِتَاتِ وَالصَّادِق۪ينَ وَالصَّادِقَاتِ وَالصَّابِر۪ينَ وَالصَّابِرَاتِ وَالْخَاشِع۪ينَ وَالْخَاشِعَاتِ وَالْمُتَصَدِّق۪ينَ وَالْمُتَصَدِّقَاتِ وَالصَّٓائِم۪ينَ وَالصَّٓائِمَاتِ وَالْحَافِظ۪ينَ فُرُوجَهُمْ وَالْحَافِظَاتِ وَالذَّاكِر۪ينَ اللّٰهَ كَث۪يرًا وَالذَّاكِرَاتِ اَعَدَّ اللّٰهُ لَهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْرًا عَظ۪يمًا﴿٥٣﴾

35. Şüphesiz Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, itaat eden erkekler ve itaat eden kadınlar, sadık erkekler ve sadık kadınlar, sabırlı erkekler ve sabırlı kadınlar, mütevâzi erkekler ve mütevâzi kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, namuslarını muhafaza eden erkekler ve (namuslarını) muhafaza eden kadınlar ve Allah’ı çokça zikreden erkekler ve zikreden kadınlar, (işte) onlar için Allah, bir bağış (mağfiret) ve büyük bir mükafat hazırlamıştır.

{“Cenâb-ı Hak, Peygamber (asm)’in hanımlarını açıkça zikredince, Müslüman kadınlardan bir kısmı onlara uğradı. Dediler ki: ‘Sizin isminiz Allah tarafından zikredildi; bizimki zikredilmedi. Eğer bizde bir hayır bulunsaydı, bizimde ismimiz zikredilirdi.’ Bunun üzerine bu âyet indirildi.” (KMM., Ahzâb Suresi 35.âyet açıklaması, s.421)}


Yükleniyor...