مِنْ سُورَةُ الذَّارِيَاتِ

51. ZARİYAT SÛRESİ’NDEN

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

وَالذَّارِيَاتِ ذَرْوًاۙ﴿١﴾

فَالْحَامِلَاتِ وِقْرًاۙ﴿٢﴾

فَالْجَارِيَاتِ يُسْرًاۙ﴿٣﴾

فَالْمُقَسِّمَاتِ اَمْرًاۙ﴿٤﴾

اِنَّمَا تُوعَدُونَ لَصَادِقٌۙ﴿٥﴾

وَاِنَّ الدّ۪ينَ لَوَاقِعٌۜ﴿٦﴾

1-6. Andolsun, savurdukça savuranlara, yük taşıyanlara, kolayca akanlara, işi taksim edenlere ki; gerçekten size vaad olunan şey, elbette doğrudur. Şüphesiz ceza elbette gerçekleşecektir.

{

وَالذَّارِيَاتِ * وَالْمُرْسَلَاتِ

deki kasemde; havanın temevvücatı ve tasrifatı içinde mühim hikmetleri ihtar etmek için, rüzgârlara memur melaikelere kasem ile nazar-ı dikkati celbediyor ki, tesadüfî zannolunan unsurlar, çok nazik hikmetleri ve ehemmiyetli vazifeleri görüyorlar. Ve hâkezâ… Her bir mevkiin, ayrı ayrı nüktesi ve faidesi vardır.” (M., Yirmi Dokuzuncu Mektub, Birinci Kısım, İkinci Nükte, s.389)

“Hava o kadar çok vazifelerle gayet hakîmane ve kerimane istihdam olunur ki, güya o camid havanın şuursuz zerrelerinden herbir zerresi; bu kâinat Sultan’ından gelen emirleri dinler, bilir ve hiçbirini geri bırakmayarak, o kumandanın kuvvetiyle yapar ve intizamla yerine getirir bir vaziyetle; zeminin bütün nüfuslarına nefes vermek ve zîhayata lüzumu bulunan hararet ve ziya ve elektrik gibi maddeleri ve sesleri nakletmek ve nebatatın telkîhine vasıta olmak gibi çok küllî vazifelerde ve hizmetlerde, bir dest-i gaybî tarafından gayet şuurkârane ve alîmane ve hayatperverâne istihdam olunuyor.” (Ş., Yedinci Şua, Birinci Makamın İkinci Mertebesi, s.107. Ayrıca bk. S., Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, Dördüncü Lem’a ve Otuz Üçüncü Söz, Yirminci Pencere, s.396 ve 671)}


وَالسَّمَٓاءَ بَنَيْنَاهَا بِاَيْدٍ وَاِنَّا لَمُوسِعُونَ﴿٧٤﴾

47. Göğü, kuvvetle biz bina ettik ve gerçekten biz, elbette (onu) genişletenleriz.

وَالْاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ﴿٨٤﴾

48. Yeri, onu da döşedik; biz ne güzel döşeyenleriz.

{“Sonra o müddei gider zeminin yüzüne serilen geniş haliçeye ve zemine giydirilen gayet müzeyyen ve münakkaş gömleğe esbab namına ve tabiat lisaniyle ve felsefe diliyle der ki:...”

“ Hâşiye: Fakat şu haliçe hem hayattardır, hem intizamlı bir ihtizazdadır. Her vakit nakışları kemal-i hikmet ve intizam ile tebeddül eder. Tâ ki: Nessâcının muhtelif cilve-i esmasını ayrı ayrı gösterir…” (S., Otuz İkinci Söz, Birinci Mevkıf, s.595. Ayrıca bk. L., Otuzuncu Lem’a, Birinci Nükte, s.304)}


وَمِنْ كُلِّ شَىْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ﴿٩٤﴾

49. Her şeyden iki çift yarattık, umulur ki iyice düşünürsünüz.

فَفِرُّٓوا اِلَى اللّٰهِۜ اِنّ۪ى لَكُمْ مِنْهُ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌۚ﴿٠٥﴾

50. “(O halde) Allah’a koşun. Şüphesiz ben sizin için O’ndan apaçık bir uyarıcıyım.

{“Ve keza, eşyanın esbaba isnadındaki istib’addan ve istiğrabdan hasıl olan inkârdan neş’et eden dalaletlerden hasıl olan ızdırabat, bütün akılları, ruhları Vâcib-ül Vücud’a firar ve iltica etmeye mecbur eder. Çünki ancak Onun kudretiyle, iradesiyle her müşkil hallolur ve kapalı kapılar açılır. Ve Onun zikriyle kalbler mutmain olurlar. Binaenaleyh necat ve halas ancak Allah’a iltica ile olur.

فَفِرُّوااِلَى اللهِ * الَابِذِكْرِاللهِ تَطْمَئِنُّ ا ْلقُلُوبُ

İşte, kainat şu hakikatin lisaniyle,

الله لآ اِلَهَ اِلَّا هُوَ

yu söylüyor. ” (MN., Katre, s.58)}


وَلَا تَجْعَلُوا مَعَ اللّٰهِ اِلٰهًا اٰخَرَۜ اِنّ۪ى لَكُمْ مِنْهُ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ﴿١٥﴾

51. “Allah ile beraber başka bir İlah edinmeyin. Şüphesiz ben, sizin için, O’ndan apaçık bir uyarıcıyım.

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ﴿٦٥﴾

56. Ben, cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.

{“Bu âyet-i uzmânın sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir. Evet fıtraten daimî bir hayat ve ebedî yaşamak isteyen ve hadsiz emelleri ve nihayetsiz elemleri bulunan bîçare insana, elbette o hayat-ı ebediyenin üss-ül esası ve anahtarı olan iman-ı billah ve marifetullah ve vesilelerinden başka olan şeyler ve kemalâtlar, o insana nisbeten aşağıdır. Belki çoğunun kıymetleri yokrur.” (Ş., Yedinci Şua, Mukaddime, s.100)}

مَٓا اُر۪يدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَٓا اُر۪يدُ اَنْ يُطْعِمُونِ﴿٧٥﴾

57. Ben onlardan bir rızık istemiyorum ve onlardan beni doyurmalarını da istemiyorum.

{“İnsan rızka çok mübtelâ olduğu için, rızka çalışmak bahanesi, ubudiyete mani tevehhüm edip, kendine bir özür bulmamak için âyet-i kerime diyor ki: ‘Siz ubudiyet için halk olunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlahî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlukatım ve rızıklarını deruhde ettiğim nefisleriniz ve iyaliniz ve hayvanatınızın rızkını tedarik etmek, âdeta bana ait rızk ve it’amı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünki Rezzak benim. Sizin müteallikatınız olan ibadımın rızkını ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubûdiyeti terk etmeyiniz.’ Eğer bu mana olmazsa Cenab-ı hakka rızık vermek ve it’am etmek muhaliyeti bedihi ve malum olduğundan, i’lam-ı malum kabilinden olur.. ” (L., Yirmi Sekizinci Lem’a, İkinci Nükte, İkinci Vecih, s.269. Ayrıca bk. NİK., Yedinci Ders, s.48)}

اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَت۪ينُ﴿٨٥﴾

58. Şüphesiz Allah; rızık veren, sağlam kuvvet sahibi O’dur.

{“Celb-i rızkın medârı, zekâ ve iktidar değildir; belki acz ve iftikardır, tevekkülvari bir teslimdir ve lisan-ı kal ve lisan-ı hal ve lisan-ı fiil ile bir duadır. İşte bu hakikatı ilân eden

إنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَيِينُ

âyeti, bu davamıza o kadar kavî ve metin bir bürhandır ki; bütün nebatat ve hayvanat ve etfal lisanıyla okunuyor. Ve rızk isteyen her taife, şu âyeti lisan-ı hal ile okuyor. Madem rızk mukadderdir ve ihsan ediliyor ve veren de Cenab-ı Hak’tır; O, hem Rahîm, hem Kerim’dir. O’nun rahmetini ittiham etmek derecesinde ve keremini istihfaf eder bir surette gayr-ı meşru bir tarzda yüz suyu dökmekle; vicdanını belki bazı mukaddesatını rüşvet verip, menhus, bereketsiz bir mal-i haramı kabul eden düşünsün ki, ne kadar muzâaf bir divaneliktir.” (M., Yirmi Dokuzuncu Mektub, Altıncı Kısım, Üşüncü Desise-i Şeytaniye, s.418)

“Evet, rızk ikidir: Biri hakiki rızıktır ki, onunla yaşayacak. Bu âyetin hükmü ile o rızk, taahhüd-ü Rabbanî altındadır. Beşerin sû’-i ihtiyarı karışmazsa, o zarurî rızkı her halde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeğe mecbur olmaz. İkincisi: Rızk-ı mecazîdir ki, sû’-i istimalât ile hacat-ı gayr-ı zaruriye hacat-ı zaruriye hükmüne geçip, görenek belasıyla tiryaki olup, terkedemiyor. İşte bu rızk, taahhüd-ü Rabbanî altında olmadığı için; bu rızkı tahsil etmek,, hususan bu zamanda çok pahalıdır.” (L., On Dokuzuncu Lem’a, Dördüncü Nükte, s.142. Ayrıca bk. M., Yirmi Birinci Mektub ve Yirmi İkinci Mektub İkinci Mebhas, s.260 ve 271; L., On İkinci Lem’a, Birinci Nükte, s.62; Ş., Yedinci Şua, İkinci Bab, Dördüncü Hakikat, s.172)}


سُورَةُ الطُّورِ

52. TUR SÛRESİ

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

وَالطُّورِۙ﴿١﴾

وَكِتَابٍ مَسْطُورٍۙ﴿٢﴾

ف۪ى رَقٍّ مَنْشُورٍۙ﴿٣﴾

وَالْبَيْتِ الْمَعْمُورِۙ﴿٤﴾

وَالسَّقْفِ الْمَرْفُوعِۙ﴿٥﴾

وَالْبَحْرِ الْمَسْجُورِۙ﴿٦﴾

اِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ لَوَاقِعٌۙ﴿٧﴾

مَالَهُ مِنْ دَافِعٍۙ﴿٨﴾

1-8. Andolsun, Tur (dağın)’a, ince yayılmış bir deriye, satır satır yazılmış Kitab’a, (meleklerin tavaf ettikleri) Beyti Mamura, yükseltilmiş tavana (göğe), kaynatılmış denize ki; şüphesiz Rabbinin azabı elbette vaki olacaktır. Onun için bir önleyici yoktur.

{(bk. Zariyat sûresi, 1-6. âyetlerin açıklaması.)}

يَوْمَ تَمُورُ السَّمَٓاءُ مَوْرًاۙ﴿٩﴾

O günde ki gök, bir çalkalanmakla çalkalanır.

وَتَس۪يرُ الْجِبَالُ سَيْرًاۜ﴿٠١﴾

10. Dağlar bir yürümekle yürür.

فَوَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّب۪ينَۙ﴿١١﴾

11. O gün vay yalanlayanların (haline)!..

اَلَّذ۪ينَ هُمْ ف۪ى خَوْضٍ يَلْعَبُونَۢ﴿٢١﴾

12. O kimseler ki onlar, daldıkları (batıl) şeyde oynuyorlar.


Yükleniyor...