هُوَ الَّذ۪ٓى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَد۪ينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّ۪ينِ كُلِّه۪ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ۟﴿٩﴾

9. O ki, müşrikler istemese de Peygamberini hidayetle ve hak din ile gönderdi ki, onu bütün dinlere üstün kılsın.

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا هَلْ اَدُلُّكُمْ عَلٰى تِجَارَةٍ تُنْج۪يكُمْ مِنْ عَذَابٍ اَل۪يمٍ﴿٠١﴾

10. Ey iman edenler! Sizi acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticaret (size) göstereyim mi?

{(bk. Tevbe Sûresi 111. âyet açıklaması, s.24; BL., Sabri’nin bir fıkrasıdır, s.80)}

تُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَتُجَاهِدُونَ ف۪ى سَب۪يلِ اللّٰهِ بِاَمْوَالِكُمْ وَاَنْفُسِكُمْۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَۙ﴿١١﴾

11. Allah’a ve Peygamberine iman edersiniz ve Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihat edersiniz. İşte bu, eğer bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır.

يَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَيُدْخِلْكُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً ف۪ى جَنَّاتِ عَدْنٍۜ ذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُۙ﴿٢١﴾

12. (Böyle yapın ki) günahlarınızı bağış-lasın ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerinde pek hoş meskenlere girdirsin. İşte büyük başarı (kurtuluş) budur.

وَاُخْرٰى تُحِبُّونَهَاۜ نَصْرٌ مِنَ اللّٰهِ وَفَتْحٌ قَر۪يبٌۜ وَبَشِّرِالْمُؤْمِن۪ينَ﴿٣١﴾

13. Ve size seveceğiniz başka bir (nimet daha versin): Allah’tan yardım ve yakın bir fetih. Müminleri (bunlarla) müjdele.

{(bk. Fetih Sûresi 27. âyetin 2 nolu açıklaması, s.104)}

مِنْ سُورَةُ الْجُمُعَةِ

62. CUMA SÛRESİ’NDEN

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

يُسَبِّحُ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَز۪يزِ الْحَك۪يمِ﴿١﴾

1. Göklerde ve yerde olan şeyler(in hepsi); mülk sahibi, mukaddes, mutlak galip ve hikmet sahibi Allah’ı tesbih eder.

{“Halbuki yedi tabaka semâvattan, tâ hurdebînî zîhayatlara kadar, herbir mahluk küllî olsun cüz’î olsun, küçük olsun büyük olsun, mazhar olduğu bütün isimlerin cilve ve nakışları dilleriyle, o esma-i hüsnanın Müsemma-i Zülcelalini tesbih edip, şerik ve nazirden tenzih ediyorlar. Evet nasılki sema güneşler, yıldızlar denilen nur-efşan kelimatıyla, hikmet ve intizamıyla, onu takdis ediyor, vahdetine şehadet ediyor ve cevv-i hava dahi, bulutların ve berk ve ra’d ve katrelerin kelimatıyla onu tesbih ve takdis ve vahdaniyetine şehadet eder. Öyle de zemin, hayvanat ve nebatat ve mevcudat denilen hayattar kelimatıyla Hâlık-ı Zülcelalini tesbih ve tevhid etmekle beraber, herbir ağacı, yaprak ve çiçek ve meyvelerin kelimatiyle yine tesbih edip birliğine şehadet eder...”(S., Yirmi Beşinci Söz, İkinci Şule, Onuncu Nükte-i Belâgat, s.429)

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Tesbihat, ibâdât, gayr-ı mahdud enva’larıyla her şeyde vardır. Fakat, her şeyin kendi tesbihat ve ibadetini bütün vecihlerini daima bilip şuur edinmesi lâzım değildir. Çünki husul huzuru istilzam etmez. Tesbih ve ibadet edenler, yalnız yaptıkları amelin mahsus bir tesbih veya sıfatı malûm bir ibadet olduğunu bilirlerse kâfidir. Zâten Mabud-u Mutlak’ın ilmi kâfidir. İnsandan maada mahlukatta teklif olmadığından, onlara niyet lâzım değildir. Ve keza amellerinin sıfatını bilmek de lâzım değildir.” (MN., Onuncu Risale, s.228. Ayrıca bk. Hadid Sûresi 1. âyet ve Haşr Sûresi 24. âyet açıklamaları, s.118 ve 121)}


هُوَ الَّذ۪ى بَعَثَ فِى اْلاُمِّيّ۪نَ رَسُولاً مِنْهُمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِه۪ وَيُزَكّ۪يهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَۗ وَاِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَف۪ى ضَلَالٍ مُب۪ينٍۙ﴿٢﴾

2. O ki, ümmilerin içinde kendilerinden, onlara ayetlerini okuyacak, onları temizleyecek ve onlara kitabı ve hikmeti öğretecek bir Peygamber gönderdi. Gerçi onlar, önceden elbette apaçık bir sapıklık içinde idiler.

قُلْ اِنَّ الْمَوْتَ الَّذ۪ى تَفِرُّونَ مِنْهُ فَاِنَّهُ مُلَاق۪يكُمْ ثُمَّ تُرَدُّونَ اِلٰى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ۟﴿٨﴾

8. De ki: Şüphesiz, ondan (kendisinden) kaçtığınız ölüm, size ulaşacaktır. Sonra da görünmeyeni ve görüneni bilene (Allah’a) döndürülürsünüz; o da size (bütün) yaptıklarınızı haber verecektir.

{“Cenab-ı Hak, havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş; hayatı tahrib için değil! Ve hayatı ağır ve müşkil ve elîm ve azab yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa.. hattâ beş-altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârane bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek; evhamdır, hayatını azâba çevirir!”

“Hem ey kardeşlerim! Çoğunuz askerlik etmişsiniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenler de benden işitsinler ki: ‘En ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir!’

قُلْ إنَّ الْمَوْتَ الَّذِى تَفِرُّونَ مِنْهُ فَإنَّهُ مُللَاقِيكُمْ

manayı işarîsiyle gösteriyor ki: ‘Firar edenler, kaçmalariyle ölümü daha ziyade karşılıyorlar.’ ”(M., Yirmi Dokuzuncu Mektub, Altıncı Kısım, İkinci Desise, 415-417)

“Ey hizmet-i Kur’aniyede arkadaşlarım! İhlası kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet ihlası zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevkeden, tûl-i emel olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlası kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani: Ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülahaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır.” (L., Yirmi Birinci Lem’a, Dördüncü Düstur, s.163)}


Yükleniyor...