فَلَوْلَٓا اِنْ كُنْتُمْ غَيْرَ مَد۪ين۪ينَۙ﴿٦٨﴾

تَرْجِعُونَهَٓا اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ﴿٧٨﴾

86, 87. Eğer (amellerinize göre) cezalandırılmıyorsanız, eğer doğru söylüyorsanız, onu (o canı) geri döndürmeli (değil misiniz)?

فَاَمَّٓا اِنْ كَانَ مِنَ الْمُقَرَّب۪ينَۙ﴿٨٨﴾

فَرَوْحٌ وَرَيْحَانٌ وَجَنَّتُ نَع۪يمٍ﴿٩٨﴾

88, 89. Şimdi, eğer o (ölen kimse, Allah’a) yaklaştırılanlardan ise, (onun için) rahatlık, güzel koku ve Naim cenneti vardır.

وَاَمَّٓا اِنْ كَانَ مِنْ اَصْحَابِ الْيَم۪ينِۙ﴿٠٩﴾

فَسَلَامٌ لَكَ مِنْ اَصْحَابِ الْيَم۪ينِ﴿١٩﴾

90, 91. Ama eğer o, sağın sahiplerinden ise. Selam sana, sağın sahiplerinden.

وَاَمَّٓا اِنْ كَانَ مِنَ الْمُكَذِّب۪ينَ الضَّٓالّ۪ينَۙ﴿٢٩﴾

فَنُزُلٌ مِنْ حَم۪يمٍۙ﴿٣٩﴾

وَتَصْلِيَةُ جَح۪يمٍۙ﴿٤٩﴾

92-94. Ama eğer yalanlayanlardan, sapıklardan ise; kaynar sudan bir ikram ve Cehenneme atılma vardır.

اِنَّ هٰذَا لَهُوَ حَقُّ الْيَق۪ينِۚ﴿٥٩﴾

95. Şüphesiz bu, elbette kesin bilginin gerçeğidir.

فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظ۪يمِ﴿٦٩﴾

96. Öyleyse büyük Rabbinin adını tesbih (tenzih) et.

مِنْ سُورَةُ الْحَد۪يدِ

57. HADİD SÛRESİ’NDEN

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ﴿١﴾

Göklerde ve yerde kim (ne) varsa, hepsi Allah’ı tesbih etmektedir. O, azîzdir, hakîmdir.

{

سَبَّحَ للهِ مافى السَّمَوَاتِ وَلاَْرْضِ وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

âyetindeki belâgat-ı mâneviyyeyi zevketmek istersen, kendini Nur-u Kur’andan evvel asr-ı cahiliyette, sahra-yı bedeviyette farzet ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümud-u tabiata sarılmış olduğu bir anda Kur’anın lisan-ı semavîsinden

سَبَّحَ للهِ مافى السَّمَوَاتِ وَلاَْرْضِ

veyahut:

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ

gibi âyetleri işit, bak! Nasılki, o ölmüş veya yatmış olan mevcudat-ı âlem

سَبَّحَ * تُسَبِّحُ

sadâsıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Ve o karanlık gökyüzünde birer camid ateşpare olan yıldızlar ve yerde perişan mahlukat,

تُسَبِّحُ

sayhasıyla ve nuriyle; işitenin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmet-nüma ve birer nur-u hakikat-eda ve Küre-i Arz bir baş ve berr ve bahr, birer lisan ve bütün hayvanlar ve nebatlar birer kelime-i tesbih-feşan suretinde arz-ı dîdar eder.” (S., Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, Birinci Şua, İkinci Suret ve Üçüncü Şule, Birinci Ziya, s.372 ve 434. Ayrıca bk. S., On Üçüncü Söz, s.139; Ş., Yedinci Şua, Birinci Makamın On Yedinci Mertebesi, s.135)}


لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ يُحْي۪ى وَيُم۪يتُۚ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَد۪يرٌ﴿٢﴾

Göklerin ve yerin mülkü, O’nundur. O, diriltir ve öldürür. O, her şeye kadirdir.

{“Bu Ayet-i Kerîme’nin hakikatı böyle ihtar ediyordu ki: Van sahrasının sahifesinde misafir olan insanların eliyle yazılan ve şehir suretini alan sun’î bir mektubun, Rus istilâsı denilen dehşetli bir sel belasına düşüp silinmesi neden seni bu kadar müteessir ediyor? Asıl Mâlik-i Hakikî ve herşeyin sahibi ve Rabbi olan Nakkaş-ı Ezelî’ye bak ki; bu Van sahifesinde mektubatı, kemal-i şaşaa ile eski zamanda gördüğün vaziyeti yine devam edip yazılıyorlar. O yerler boş, harab, hâlî kalmış diye ağlamaların, Mâlik-i Hakikî’sinden gaflet ve insanları misafir tasavvur etmemekten ve mâlik tevehhüm etmek yanlışından ileri geliyor...” (L., Yirmi Altıncı Lem’a, On Üçüncü Rica, s.249)}

هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُۚ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ﴿٣﴾

O; ilktir, sondur, görünendir (zahirdir), görünmeyendir (batındır). O, her şeyi hakkıyle bilendir.

{“Hattâ her bir ağacın mebdeinde ve müntehasında ve üstünde ve içinde

هُوَ الْاَوَّلُ وَاْلآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ

isimlerinin işaret ettikleri dört sikke-i tevhid var...

“Elhasıl: Her bir ağacın evveli, öyle bir sandukça ve proğram.. ve âhiri, öyle bir tarifename ve nümune.. ve zahiri, öyle bir musanna’ hulle ve bir münakkaş libas.. ve bâtını, öyle bir fabrika ve tezgâhtır ki, bu dört cihet öyle birbirine bakıyorlar ve dördün mecmuundan öyle bir sikke-i a’zam, belki bir ism-i a’zam tezahür eder ki, bilbedahe bütün kâinatı idare eden bir Sâni’-i Vâhid-i Ehad’den başkası o işleri yapamaz. Ve ağaç gibi her zîhayatın evveli, âhiri, zahiri, bâtını birer sikke-i tevhid, birer hâtem-i vahdet, birer mühr-ü ehadiyet, birer tura-i vahdaniyeti taşıyor.” (Ş., İkinci Şua, Üçüncü Makam, Üçüncü Hüccet ve Alâmet, s.33, 34)

“Hem arz, senevî hayatı haysiyetiyle bir ağaç olduğu ve o dört isim içinde hafîziyeti ve onunla haşir kapısına bir anahtar yaptığı gibi, aynen öyle de, dehrî ve dünya hayatı cihetiyle yine meyveleri âhiret pazarına gönderilen bir muntazam ağaçtır. Ve o dört isme öyle bir mazhar, bir âyine ve âhirete giden bir yol açar ki, genişliğini ihataya ve tâbire aklımız kâfi gelmiyor.” (Ş., On Birinci Şua, Yedinci Mes’ele, s.217)}


هُوَ الَّذ۪ى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ى سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِۜ يَعْلَمُ مَايَلِجُ فِى الْاَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا يَعْرُجُ ف۪يهَاۜ وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَاكُنْتُمْۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ﴿٤﴾

O ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş’in üzerine (istiva etti) kuruldu. Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve ona çıkanı bilir. O, nerede olursanız sizinledir. Allah yaptıklarınızı hakkıyle görendir.

{

هُوَالَّذِى خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ

yâni gökleri ve zemini altı günde yaratmak gibi geçmiş ve gaybî ve çok acib bir hâdiseyi, hazır ve göz önünde bir hâdise ile isbat etmek ve onun gibi acib bir tanzir olarak zeminin yüzünde bahar mevsiminde haşr-i a’zamın yüzbinden ziyade misallerini gösterir gibi, ikiyüz binden ziyade nebatat taifelerini ve hayvanat kabîlelerini beş-altı haftada inşa edip kemal-i intizam ve mizan ile iltibassız, noksansız, yanlışsız, beraber, birbiri içinde idare, terbiye, iaşe, temyiz ve tezyin eden...” (Ş., Yedinci Şua, İkinci Bab, Birinci Menzil, s.154)}


لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ اْلاُمُورُ﴿٥﴾

Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. İşler yalnız Allah’a döndürülür.

يُولِجُ الَّيْلَ فِى النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّيْلِۜ وَهُوَ عَل۪يمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ﴿٦﴾

Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katar. O, göğüslerin sahibini (kalblerde olanı) bilir.

{

يُولِجُ الَّيْلِ فِى النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّيْلِ

âyetinin sarahatiyle zemini döndürüp, gece-gündüz sahifelerini yapan ve çeviren ve yevmiye hâdisatıyla yazan değiştiren aynı zât, aynı anda, en gizli, en cüz’î olan kalblerin hatıratlarını dahi bilir ve irâdesiyle idare eder. Ve mezkur fiillerin herbiri birtek fiil olduğundan, zarurî olarak, onların fâili dahi birtek vâhid ve kadir olan fâil-i zülcelallerinin, bedahetle öyle bir kibriya ve azameti var ki: Hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir cihetle, hiçbir şirkin hiçbir imkânını, hiçbir ihtimalini bırakmıyor, köküyle kesiyor.” (Ş., Yedinci Şua, İkinci Bab, Birinci Menzil, s.154. Ayrıca bk. Ş., On Birinci Şua, Onuncu Mes’ele, s.248; M., Yirmi Dokuzuncu Mektub, Birinci Kısım, Dördüncü Nükte, s.391)}



Yükleniyor...