مِنْ سُورَةُ طٰهٰ

20. TA HA SÛRESİ’NDEN

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

طٰهٰۜ﴿١﴾

Ta. Ha.

{(bk. Bakara Sûresi 1.âyet açıklaması, s.2)}

مَٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْاٰنَ لِتَشْقٰىۙ﴿٢﴾

اِلَّا تَذْكِرَةً لِمَنْ يَخْشٰىۙ﴿٣﴾

2, 3. Biz Kur’an’ı sana bedbaht olasın diye indirmedik. Ancak Allah’tan korkan kimse için bir öğüt olsun diye indirdik.

تَنْز۪يلاً مِمَّنْ خَلَقَ الْاَرْضَ وَالسَّمٰوَاتِ الْعُلٰىۜ﴿٤﴾

(Kur’an) Yeri ve yüksek gökleri yaratan tarafından azar azar indirilmiştir.

اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى﴿٥﴾

Rahman Arş’i istila (istivâ) etti.

{“Ve keza, avâm-ı nâs, ülfet ettikleri üslûplardan ve ifadelerin çeşitlerinden ve daima hayallerinde bulunan elfaz, maâni ve ibarelerden fikirlerini ayıramadıklarından, çıplak hakikatleri ve akliyâtı fehmedemezler. Ancak, o yüksek hakaikin, onların ülfet ettikleri ifadelerle anlatılması lâzımdır. Fakat Kur'ân'ın böyle ifadelerinin hakikat olduğuna itikad etmemelidirler ki, cismiyet ve cihetiyet gibi muhal şeylere zâhip olmasınlar. Ancak o gibi ifadelere, hakaike geçmek için bir vesile nazarıyla bakılmalıdır. Meselâ, Cenab-ı Hakkın kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki,

اِنَّ اللهَ على الْعرْشِ اسْتَوَى

da, kinaye tariki ihtiyar edilmiştir. Hissiyatı bu merkezde olan avâm-ı nâsa yapılan irşadlarda, belâgat ve irşadın iktizasınca, avâmın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lâzımdır.” (İİ., Nübüvvetin Tahkiki, Altıncı Mes’ele Dördüncü Nükte, s.116. Ayrıca bk. S., Yirmi Beşinci Söz, s.390; Mh., Üçüncü Makale, s.159)}


لَهُ مَافِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَمَا تَحْتَ الثَّرٰى﴿٦﴾

Göklerdeki, yerdeki, ikisinin arasındaki ve nemli toprağın altındaki şeyler O’nundur.

وَاِنْ تَجْهَرْ بِالْقَوْلِ فَاِنَّهُ يَعْلَمُ السِّرَّ وَاَخْفٰى﴿٧﴾

Eğer sözü açık söylersen, şüphesiz O, gizliyi de daha gizliyi de bilir.

اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى﴿٨﴾

Allah O’dur ki O’ndan başka İlah yoktur. En güzel isimler O’nundur.

{“Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temsil ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhurâtı var. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufâtı var. Ve rengârenk san'atında ve mütenevvi masnuâtında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyâtı vardır. Bununla beraber, kâinatın herbir âleminde, herbir taifesinde Esmâ-i Hüsnâdan bir ismin ünvanı tecellî eder. O isim o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tâbidirler, belki onun zımnında bulunurlar.” (S., Yirmi Dördüncü Söz, Birinci Dal, s.332. Ayrıca bk. S., Otuz Üçüncü Söz, On yedinci Pencere, s.666)}

وَهَلْ اَتٰيكَ حَد۪يثُ مُوسٰىۢ﴿٩﴾

(Resûl’üm!) Sana Musa’nın haberi geldi mi?

وَيَسْئَلُونَكَ عَنِ الْجِبَالِ فَقُلْ يَنْسِفُهَا رَبّ۪ى نَسْفًاۙ﴿٥٠١﴾

105. Sana dağlardan sorarlar. De ki: “Rabbim onları ufalayıp savuracak.

فَيَذَرُهَا قَاعًا صَفْصَفًاۙ﴿٦٠١﴾

106. “Onları dümdüz bir ova olarak bırakacak.

لَا تَرٰى ف۪يهَا عِوَجًا وَلَٓا اَمْتًا﴿٧٠١﴾

107. “Orada ne bir eğrilik, ne de bir yokuş göremezsin.

يَوْمَئِذٍ يَتَّبِعُونَ الدَّاعِىَ لَاعِوَجَ لَهُۚ وَخَشَعَتِ الْاَصْوَاتُ لِلرَّحْمٰنِ فَلَا تَسْمَعُ اِلَّا هَمْسًا﴿٨٠١﴾

108. O gün insanlar, kendisi için hiçbir eğrilik olmayan davetçiye (İsrâfil’e) tabi olurlar. Sesler Rahman için kısılmıştır. Artık, ancak bir fısıltı duyarsın.

يَوْمَئِذٍ لَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ اِلَّا مَنْ اَذِنَ لَهُ الرَّحْمٰنُ وَرَضِىَ لَهُ قَوْلاً﴿٩٠١﴾

109. O gün, şefaat fayda vermez; ancak Rahman’ın izin verdiği ve sözce ondan razı olduğu kimse hariç (onun şefaati fayda verir).

يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يُح۪يطُونَ بِه۪ عِلْمًا﴿٠١١﴾

110. O, insanların geçmişlerini de, geleceklerini de bilir. Onlarsa O’nu ilimce kavrayamazlar.

وَعَنَتِ الْوُجُوهُ لِلْحَىِّ الْقَيُّومِۜ وَقَدْ خَابَ مَنْ حَمَلَ ظُلْمًا﴿١١١﴾

111. Bütün yüzler, gerçek hayat sahibi, her şeyi ayakta tutan (Allah) için eğilmiştir (boyun bükmüştür). Haksızlık taşıyan kimse perişan olmuştur.

وَمَنْ يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَا يَخَافُ ظُلْمًا وَلَا هَضْمًا﴿٢١١﴾

112. Kim mü’min olduğu halde iyi şeylerden amel ederse, haksızlıktan da korkmaz, eksiltilmekten (hakkının çiğnenmesinden) de.


Yükleniyor...