وَتِلْكَ حُجَّتُنَٓا اٰتَيْنَاهَٓا اِبْرٰه۪يمَ عَلٰى قَوْمِه۪ۜ نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ مَنْ نَشَٓاءُۜ اِنَّ رَبَّكَ حَك۪يمٌ عَل۪يمٌ﴿٣٨﴾

83. İşte bunlar; kavmine karşı İbrahim’e verdiğimiz delilimizdir. Dilediğimizin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz Rabbin hikmet sahibidir, hakkıyle bilendir.

وَوَهَبْنَا لَهُٓ اِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَۜ كُلاًّ هَدَيْنَاۚ وَنُوحًا هَدَيْنَا مِنْ قَبْلُ وَمِنْ ذُرِّيَّتِه۪ دَاوُ۫دَ وَسُلَيْمٰنَ وَاَيُّوبَ وَيُوسُفَ وَمُوسٰى وَهٰرُونَۜ وَكَذٰلِكَ نَجْزِى الْمُحْسِن۪ينَۙ﴿٤٨﴾

84. O’na İshak’ı ve Yakub’u hibe ettik. Her birini hidayete erdirdik. Daha önce Nuh’u da hidayete erdirdik. Davud, Süleyman, Eyyup, Yusuf, Musa ve Harun da O’nun neslindendir. Biz iyilik edenleri böyle mükafatlandırırız.

وَزَكَرِيَّا وَيَحْيٰى وَع۪يسٰى وَاِلْيَاسَۜ كُلٌّ مِنَ الصَّالِح۪ينَۙ﴿٥٨﴾

85. Zekeriya, Yahya, İsa ve İlyas’ı da (hidayete erdirdik). Bunların hepsi iyi kimselerdendir.

وَاِسْمٰع۪يلَ وَالْيَسَعَ وَيُونُسَ وَلُوطًاۜ وَكُلاًّ فَضَّلْنَا عَلَى الْعَالَم۪ينَۙ﴿٦٨﴾

86. İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut’u da (hidayete erdirdik). Her birini (bütün bunları) dünyalara üstün kıldık.

اِنَّ اللّٰهَ فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوٰىۜ يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَمُخْرِجُ الْمَيِّتِ مِنَ الْحَىِّۜ ذٰلِكُمُ اللّٰهُ فَاَنّٰى تُؤْفَكُونَ﴿٥٩﴾

95. Şüphesiz Allah; tohumu ve çekirdeği yarandır. Ölüden diriyi çıkarır; diriden ölüyü çıkarandır. İşte Allah budur; nasıl da haktan döndürülüyorsunuz?

{“Evet şu kâinatta görünen mevsimlerin değişmesi gibi haşmetli icraat ve seyyaratın tayyare-misal hareketleri gibi azametli harekât ve Arzı insana beşik, Güneşi halka lâmba yapmak gibi dehşetli teshirat ve ölmüş, kurumuş Küre-i Arzı diriltmek, süslendirmek gibi geniş tahvilat gösteriyor ki: Perde arkasında böyle muazzam bir rububiyet var, muhteşem bir saltanatla hükmediyor. Böyle bir saltanat-ı rububiyet, kendine lâyık bir raiyet ister ve şayeste bir mazhar ister.” (S., Onuncu Söz, Altıncı Hakikat, s.73)

“Evet, nasıl zemin yüzündeki masnuat ve zîhayatlar ve hayattar zemin yüzü, bir Sâni’-i Hakîm’in vücub-u vücuduna ve vahdaniyetine şehadet ediyorlar. Öyle de: O zîhayatlar ölümleriyle bir Hayy-ı Bâki’nin sermediyetine ve vâhidiyetine şehadet ediyorlar.(...)"

"Meselâ yalnız birtek zîhayat olan zemin yüzü, intizamatıyla, ahvaliyle Sâni’i gösterdiği gibi, öldüğü vakit yani kış, beyaz kefeni ile ölmüş o zemin yüzünü kapaması ile nazar-ı beşeri ondan çeviriyor. Veyahut nazar, o giden bahar cenazesinin arkasından maziye gider, daha geniş bir manzarayı gösterir..."(S., Otuz Üçüncü Söz, Yirmi Dördüncü Pencere, s.677)}


فَالِقُ اْلاِصْبَاحِۚ وَجَعَلَ الَّيْلَ سَكَنًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ حُسْبَانًاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِ﴿٦٩﴾

96. Sabahı yarandır. Geceyi dinlenme; güneşi ve ay’ı da hesabı bilmeniz için yarattı. İşte bu, mutlak galip ve her şeyi bilenin takdiridir.

{“Yani: Semânın müzeyyen tavanına, güneş gibi ışık verici, ısındırıcı bir lambayaı takmak; gece gündüz hatlariyle, kış yaz sahifelerinde mektubat-ı semâdaniyyeyi yazmasına bir nur hokkası hükmüne getirmek ve yüksek minare ve kulelerdeki büyük saatlerin parlayan akrebleri misüllü, kubbe-i semâda Kameri, zamanın saat-ı kübrasına bir akreb yapmak; mütefavit çok hilâller suretinde her geceye güya ayrı bir hilâl bırakıp, sonra dönüp kendine toplamak, menzillerinde kemâl-i mîzanla, dakik hesapla hareket ettirmek ve kubbe-i semâda parlıyan, tebessüm eden yıldızlarla, göğün güzel yüzünü yaldızlamak, elbette nihayetsiz bir saltanat-ı Rubûbiyyetin şeâiridir. Zîşuura, Onu iş’ar eden muhteşem bir ulûhiyyetin işârâtıdır. Ehl-i fikri, îmana ve tevhide dâvet eder.” (S., Otuz İkinci Söz, Birinci Mevkıfın Küçük Bir Zeyli, s.603)}

وَهُوَ الَّذ۪ى جَعَلَ لَكُمُ النُّجُومَ لِتَهْتَدُوا بِهَا ف۪ى ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِۜ قَدْ فَصَّلْنَا اْلاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ﴿٧٩﴾

97. O ki, yıldızları karanın ve denizin karanlıkları içinde yol bulmanız için yarattı. Bilen bir topluluk için ayetleri gerçekten açıklamış bulunuyoruz.

وَهُوَ الَّذ۪ٓى اَنْشَاَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ فَمُسْتَقَرٌّ وَمُسْتَوْدَعٌۜ قَدْ فَصَّلْنَا اْلاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَفْقَهُونَ﴿٨٩﴾

98. O ki, sizi bir candan (Hz. Âdem’den) yarattı. (Sonra sizin için) bir karar yeri (ana rahmi), bir de emanet yeri (babanın sulbü veya yeryüzü) vardır. Anlayan bir topluluk için ayetleri gerçekten açıklamış bulunuyoruz.

وَهُوَ الَّذ۪ٓى اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۚ فَاَخْرَجْنَا بِه۪ نَبَاتَ كُلِّ شَىْءٍ فَاَخْرَجْنَا مِنْهُ خَضِرًا نُخْرِجُ مِنْهُ حَبًّا مُتَرَاكِبًاۚ وَمِنَ النَّخْلِ مِنْ طَلْعِهَا قِنْوَانٌ دَانِيَةٌ وَجَنَّاتٍ مِنْ اَعْنَابٍ وَالزَّيْتُونَ وَالرُّمَّانَ مُشْتَبِهًا وَغَيْرَ مُتَشَابِهٍۜ اُنْظُرُٓوا اِلٰى ثَمَرِه۪ٓ اِذَٓا اَثْمَرَ وَيَنْعِه۪ۜ اِنَّ ف۪ى ذٰلِكُمْ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ﴿٩٩﴾

99. O ki, gökten su indirdi. Onunla her şeyin bitkisini çıkardık. Ondan yeşillik çıkardık. Ondan sırt sırta binmiş taneler; hurmadan da tomurcuğundan (el ile tutulabilecek derecede) yakın salkımlar; hem benzeyen, hem de benzemeyen üzüm bağları, zeytin ve nar bahçeleri çıkartıyoruz. Meyve verdiği zaman meyvesine ve olgunlaşmasına bakın. Şüphesiz bunda inanan bir topluluk için ayetler vardır.

{“Bak; başında çok süt konserveleri taşıyan Hindistan cevizi ve incir gibi meyvedar ağaçlar, rahmet hazinesinden lisan-ı hal ile süt gibi en güzel bir gıdayı ister, alır, meyvelerine yedirir; kendi bir çamur yer. Nar ağacı sâfi bir şarabı, hazine-i rahmetten alıp meyvesine yedirir; kendisi çamurlu ve bulanık bir suya kanaat eder. Hattâ hububatta dahi sünbüllenmek vazifesinde zahir bir iştiyak görünür. Nasılki dar bir yerde hapsedilen bir zât, bir bostana, geniş bir yere çıkmayı müştakane ister. Öyle de: Hububatta, sünbüllenmek vazifesinde öyle sürurlu bir vaziyet, bir iştiyak görünüyor.” (L., On Yedinci Lem’a, Sekizinci Nota, s.124)

“Evet bu iki meyve (hurma ve üzüm), hem gıda ve kut, hem fakihe ve yemiş, hem çok lezzetli taamların menşe’leri olmakla beraber, susuz bir kumda ve kuru bir toprakta duran bu ağaçlar, o derece bir mu’cize-i kudret ve bir hârika-i hikmettir ve öyle bir helvalı şeker fabrikası ve ballı bir şurub makinesi ve o kadar hassas bir mizan ve mükemmel bir intizam ve hikmetli ve dikkatli bir san’attırlar ki; zerre kadar aklı bulunan bir adam, “Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan zât olabilir.” demeğe mecburdur..."(Ş.,Yedinci Şua, İkinci Bab, İkinci Menzil, İkinci Hakikat, s.156)}


Yükleniyor...