سَنُر۪يهِمْ اٰيَاتِنَا فِى اْلاٰفَاقِ وَف۪ٓى اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّۜ اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ شَه۪يدٌ﴿٣٥﴾

53. Onlara (insanlara) âyetlerimizi, ufuklarda ve nefislerinde göstereceğiz ki, onlar için onun (Kur’an’ın) gerçekten hak olduğu meydana çıksın. Rabbinin, şüphesiz O’nun, her şeye şahit olması yetmez mi?

{“Şu kâinat denilen âlem-i ekber ve insan denilen onun misal-i musaggarı olan âlem-i asgar, kudret ve kader kalemiyle yazılan âfâkî ve enfüsî vahdaniyet delailini gösteriyorlar. Evet, kâinattaki san’at-ı muntazamanın küçük bir mikyasta, nümunesi insanda vardır. O daire-i kübrâdaki san’at, Sâni’-i Vâhid’e şehadet ettiği gibi, şu insanda olan küçük mikyastaki hurdebînî san’at dahi, yine o Sâni’a işaret eder, vahdetini gösterir. Hem nasılki şu insan gayet manidar bir mektub-u Rabbanîdir, muntazam bir kaside-i kaderdir.. öyle de şu kâinat dahi, aynı o kalem-i kaderle, fakat büyük bir mikyasta yazılmış muntazam bir kaside-i kaderdir. Hiç mümkün müdür ki; hadsiz alâmet-i farika ile bütün insanlara bakan şu insan yüzündeki sikke-i vahdete ve bütün mevcudatı omuz omuza, el ele, baş başa veren kâinat üstündeki hâtem-i vahdaniyete, Vâhid-i Ehad’den başka bir şey’in müdahalesi bulunsun?” (M., Yirminci Mektub, İkinci Makam, Dördüncü Kelime, s.232. Ayrıca bk. S.,Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, Üçüncü Şua, s.405)}

اَلَٓا اِنَّهُمْ ف۪ى مِرْيَةٍ مِنْ لِقَٓاءِ رَبِّهِمْۜ اَلَٓا اِنَّهُ بِكُلِّ شَىْءٍ مُح۪يطٌ﴿٤٥﴾

54. İyi bilin, ki onlar, Rablerine kavuşmaktan bir şüphe içindeler. İyi bilin ki, şüphesiz O, her şeyi kuşatandır.

مِنْ سُورَةُ الشُّورٰى

42. ŞÛRA SÛRESİ’NDEN

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

حٰمٓ﴿١﴾

عٓسٓقٓ۠﴿٢﴾

1, 2. Ha. Mim. Ayn. Sin. Kaf.

{(bk. Bakara Sûresi 1. âyet açıklaması, s.2)}

كَذٰلِكَ يُوح۪ٓى اِلَيْكَ وَاِلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكَۙ اللّٰهُ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ﴿٣﴾

İşte mutlak galip, hikmet sahibi Allah, sana ve senden öncekilere böyle vahyeder.

{“Hem hiç mümkün müdür ki: Bir Sâni-i Hakîm, bütün zîhayat, zîşuur masnu’larını birbiriyle konuştursun ve dillerinin binler çeşitleriyle birbiriyle söyleştirsin ve onların sözlerini ve seslerini bilsin ve işitsin ve ef’aliyle ve in’amıyla zahir bir surette cevab versin, fakat kendisi konuşmasın ve konuşamasın? Hiç kabil midir ve hiç ihtimali var mı?..”

“Madem bilbedâhe konuşur ve madem konuşmasına karşı tam anlayışlı muhatab en başta insandır. Elbette başta Kur’an olarak meşhur kütüb-ü mukaddese O’nun konuşmalarıdır.” (Ş., İkinci Şua, Hâtime, s.39)}


لَهُ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِۜ وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظ۪يمُ﴿٤﴾

Göklerde ve yerde olanlar O’nundur. O, çok yüce, çok büyüktür.

تَكَادُ السَّمٰوَاتُ يَتَفَطَّرْنَ مِنْ فَوْقِهِنَّ وَالْمَلٰٓئِكَةُ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَيَسْتَغْفِرُونَ لِمَنْ فِى الْاَرْضِۜ اَلَٓا اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْغَفُورُ الرَّح۪يمُ﴿٥﴾

Neredeyse üstlerindeki gök çatlayacak! Melekler de Rablerini Hamd ile tesbih eder ve yerdekilere bağış dilerler. Bilin ki şüphesiz Allah, O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

{

لِلْمَلَئِكَةِ

Cenâb-ı Hakk’ın müşavere şeklinde melâike ile yaptığı muhavere, melâikenin beşer ile fazla bir irtibat ve alâka ve münasebetleri olduğuna işarettir. Çünki melâikenin bir kısmı insanları hıfzediyor, bir kısmı kitabet işlerini görüyor. Demek insanlarla alâkaları ziyade olduğundan, insanların ahvâline ehemmiyet veriyorlar.” (İİ., Halifelik Sırrı, s.200)}


فَاطِرُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ جَعَلَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجًا وَمِنَ الْاَنْعَامِ اَزْوَاجًاۚ يَذْرَوُ۬ٔكُمْ ف۪يهِۜ لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَىْءٌۚ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ﴿١١﴾

11. Göklerin ve yerin yaratıcısı. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine erkek ve dişi) eşler yarattı. Sizi (bu şekilde) üretiyor. O’nun gibisi yoktur (Hiçbir şey O’na benzemez). O, hakkıyle işiten, her şeyi görendir.

{“... Hem O Zât-ı Zülcelâl’in kayyûmiyetiyle beraber Kur’an-ı Azîmüşşan’da ferman ettiği gibi

لَيْسَ كَمِثْلِهِ شِىْء ٌ

dür. Yani ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef’alinde nazîri yoktur, misli olmaz, şebîhi yoktur, şerîki olmaz. Evet bütün kâinatı bütün şuunatıyla ve keyfiyatıyla kabza-i Rubûbiyetinde tutup, bir hane ve bir saray hükmünde kemal-i intizam ile tedbir ve idare ve terbiye eden bir Zât-ı Akdes’e misil ve mesîl ve şerîk ve şebîh olmaz, muhaldir. Evet, bir Zât ki, ona yıldızların icadı zerreler kadar kolay gele.. ve en büyük şey en küçük şey gibi kudretine müsahhar ola.. ve hiçbir şey hiçbir şeye, hiçbir fiil hiçbir fiile mani olmaya.. ve hadsiz efrad, bir ferd gibi nazarında hazır ola.. ve bütün sesleri birden işite.. ve umumun hadsiz hacatını birden yapabile.. ve kâinatın mevcudatındaki bütün intizamat ve mizanların şehadetiyle hiçbir şey, hiçbir hal, daire-i meşiet ve iradesinden hariç olmaya.. ve hiçbir mekânda olmadığı halde, herbir yerde ve herbir mekânda kudretiyle, ilmiyle hazır ola.. ve herşey ondan nihayet derecede uzak olduğu halde, o ise herşeye nihayet derecede yakın olabilen bir Zât-ı Hayy-u Kayyum-u Zülcelal’in elbette hiçbir cihetle misli, naziri, şeriki, veziri, zıddı, niddi olmaz ve olması muhaldir.” (L., Otuzuncu Lem’a, Altıncı Nükte Birinci, Şua, s.341. Ayrıca bk. L., On Dördüncü Lem’a, İkinci Makam, s.101; M., On Sekizinci Mektub, İkinci Mes’ele-i Mühime, s.84; HŞ., İkinci Zeylinin İkinci Kısmı, s.134; STİ., Üçüncü Nokta, s.21)}


لَهُ مَقَال۪يدُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَقْدِرُۜ اِنَّهُ بِكُلِّ شَىْءٍ عَل۪يمٌ﴿٢١﴾

12. Göklerin ve yerin anahtarı O’nundur. Rızkı dilediği kimse için genişletir (bol veriri) ve (dilediğine de) daraltır. Çünkü O, her şeyi çok iyi bilendir.


Yükleniyor...