فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلٰٓى اٰثَارِهِمْ اِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهٰذَا الْحَد۪يثِ اَسَفًا﴿٦﴾

Belki de sen, bu söze (Kur’an’a) iman etmiyorlar diye arkalarından üzülerek kendini helak edeceksin!

اِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الْاَرْضِ ز۪ينَةً لَهَا لِنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلاً﴿٧﴾

Şüphesiz biz, yeryüzündeki şeyleri, onların (insanların) hangisi amel yönünden daha güzeldirler deneyelim diye, yeryüzündeki her şeyi bir süs kıldık.

وَاِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَع۪يدًا جُرُزًاۜ﴿٨﴾

Bununla beraber biz, onun üzerindekini cidden kupkuru bir toprak kılacağız.

{“Hâlık-ı Rahîm ve Rezzâk-ı Kerîm, ve Sâni-i Hakîm şu dünyayı, âlem-i ervah ve ruhaniyat için bir bayram, bir şehrayin suretinde yapıp, bütün esmâsının garaib-i nukuşuyla süslendirip, küçük büyük, ulvî süflî herbir ruha, ona münasip ve o bayramdaki ayrı ayrı hesapsız mehasin ve in'âmattan istifade etmeye muvafık ve havas ile mücehhez bir ceset giydirir, bir vücud-u cismanî verir, bir defa o temâşâgâha gönderir. (...) Fakat bu ziyafet-i İlâhiye ve bayram-ı Rabbaniyedeki İsm-i Rahman ve Muhyî’nin tecellilerine mukabil, İsm-i Kahhar ve Mümît, firak ve mevt ile karşılarına çıkıyorlar.” (S., On Yedinci Söz, s.202)}

اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ كَانَتْ لَهُمْ جَنَّاتُ الْفِرْدَوْسِ نُزُلاًۙ﴿٧٠١﴾

107. Şüphesiz iman edip iyi ameller yapanlar için de Firdevs cennetleri bir konak olmuştur.

خَالِد۪ينَ ف۪يهَا لَا يَبْغُونَ عَنْهَا حِوَلاً﴿٨٠١﴾

108. Orada ebedi kalacaklar ve ondan ayrılmak istemeyeceklerdir.

قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبّ۪ى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبّ۪ى وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِه۪ مَدَدًا﴿٩٠١﴾

109. De ki: “Eğer Rabbimin kelimeleri(ni yazmak) için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave getirsek, Rabbimin kelimeleri tükenmeden, deniz mutlaka tükenirdi.

{“Kelâm-ı Ezelî, ilim, kudret gibi bir sıfat-ı İlâhiye olduğu cihetle, gayr-ı mütenâhidir. Nihâyetsiz olan birşeye denizler mürekkep olsa, elbette bitiremez.”

“Kur'ân-ı Hakîmin hurûfâtının ne derece ehemmiyetli, kıymetli, hâsiyetli, hayattar olduğuna işareten, âyet mânâ-yı işârîsiyle diyor ki: ‘Kelâmullah olan Kur'ân o kadar hayattar ve kıymettardır ki, onu dinleyen, işiten kulakların adedi ve o kulaklara giren o kudsî kelimelerin sayısını, bütün denizler mürekkep ve melâike kâtip ve zerreler noktalar ve nebatlar ve kıllar kalemler olsa, bitiremezler.’ ” (OL., Yirmi Sekizinci Lem’a, Birinci ve Dördüncü Kelime, s.612 ve 614. Ayrıca bk. Ş., Yedinci Şua, On Dördüncü ve On Dokuzuncu Mertebeler, s.125 ve 147)}


قُلْ اِنَّمَٓا اَنَ۬ا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰٓى اِلَىَّ اَنَّمَٓا اِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا لِقَٓاءَ رَبِّه۪ فَلْيَعْمَلْ عَمَلاً صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّه۪ٓ اَحَدًا﴿٠١١﴾

110. De ki: “Ben ancak sizin gibi bir beşerim. Ancak bana, Rabbinizin bir tek İlah olduğu vahyolunuyor. Artık kim Rabbine kavuşmak isterse, iyi amel etsin ve Rabbine ibadette hiçbir kimseyi ortak koşmasın.

مِنْ سُورَةُ مَرْيَمَ

19. MERYEM SÛRESİ’NDEN

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

كٓهٰيٰعٓصٓۜ﴿١﴾

Kaf. Ha. Ya. Ayn. Sad.

{“Bir zaman Benî İsrail âlimlerinden bir kısmı, huzur-u Peygamberîde, sûrelerin başlarındaki

الم * كهيعص

gibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile dediler: ‘Ya Muhammed, senin ümmetinin müddeti azdır.’ Onlara mukabil dedi: ‘Az değil.’ Sâir sûrelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti: ‘Daha var.’ Onlar sustular...” (Ş., Birinci Şua, Yirmi Dördüncü Âyet, Beşinci Nokta, s.712. Ayrıca bk. Bakara Sûresi 1.âyet açıklaması, s.2)}


ذِكْرُ رَحْمَتِ رَبِّكَ عَبْدَهُ زَكَرِيَّاۚ﴿٢﴾

Bu, Rabbinin, kulu Zekeriyya’ yı anışıdır.

اِذْ نَادٰى رَبَّهُ نِدَٓاءً خَفِيًّا﴿٣﴾

Hani O, Rabbine, gizli bir nida ile seslenmişti.

قَالَ رَبِّ اِنّ۪ى وَهَنَ الْعَظْمُ مِنّ۪ى وَاشْتَعَلَ الرَّاْسُ شَيْبًا وَلَمْ اَكُنْ بِدُعَٓائِكَ رَبِّ شَقِيًّا﴿٤﴾

Demişti; “Rabbim, şüphesiz ben, benim kemiklerim zayıfladı, başım ak saçlarla tutuştu (saçım ağardı). Ben sana dua etmekle hiç bedbaht olmadım (hep duamı kabul ettin).

{“Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım vakit kendime baktım, vücudum kabir tarafına bir inişten koşar gibi gidiyor. Niyazi-i Mısrî'nin; 'Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere, / Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber.' dediği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de hergün bir taşı düşmekle yıpranıyor. Ve dünya ile beni kuvvetli bağlayan ümitlerim, emellerim kopmaya başladılar. Hadsiz dostlarımdan ve sevdiklerimden mufarakat zamanının yakınlaştığını hissettim. O mânevî ve çok derin ve devâsız görünen yaranın merhemini aradım, bulamadım...”

“İhtiyarlığın alâmeti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir zamanda, gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaştıran Harb-i Umumînin dağdağaları ve esaretimin keşmekeşlikleri ve sonra İstanbul'a geldiğim vakit, ehemmiyetli bir şan ve şeref vaziyeti, hattâ Halifeden, Şeyhülislâmdan, Başkumandandan tut, tâ medrese talebelerine kadar, haddimden çok ziyade bir hüsn-ü teveccüh ve iltifat gösterdikleri cihetle, gençlik sarhoşluğu ve o vaziyetin verdiği hâlet-i ruhiye, o uykuyu o derece kalınlaştırmıştı ki, adeta dünyayı daimî, kendimi de lâyemûtâne dünyaya yapışmış bir vaziyet-i acibede görüyordum” (L., Yirmi Altıncı Lem’a, Üçüncü ve Sekizinci Ricalar, s.224 ve 231)}



Yükleniyor...