o ağaca hikmetler takan bir hikmet ve herbir insanın cihazatı ve hissiyatı ve kuvveleri adedince ihsanlar ve in'amlar ona bağlamış bir rahmet ve Kavm-i Nuh (A.S.) ve Hud (A.S.) ve Sâlih (A.S.) ve Kavm-i Âd ve Semud ve Firavun gibi âsi milletlere tokatlar vuran ve en küçük bir zîhayatın hakkını muhafaza eden izzetli ve inayetli bir adalet ve
وَمِنْ اٰيَاتِهِ اَنْ تَقُومَ السَّمَٓاءُ وَالْاَرْضُ بِاَمْرِه۪ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ الْاَرْضِ اِذَا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ
âyeti, azametli bir îcaz ile der:
Nasılki iki kışlada yatan ve duran muti' askerler, bir kumandanın çağırmasıyla (bir boru sesiyle) silâh başına, vazife başına gelmeleri gibi, aynen öyle de: Bu iki kışlanın misalinde ve emre itaatte koca semavat ve küre-i arz, Sultan-ı Ezelî'nin askerlerine iki muti' kışla gibi, ne vakit Hazret-i İsrafil'in borusuyla o kışlalarda ölüm ile yatanlar çağırılsa, derhal cesed libaslarını giyip dışarı fırlamalarını isbat edip gösteren her baharda arz kışlası içindekiler, melek-i ra'dın borusuyla aynı vaziyeti göstermesiyle nihayetsiz azameti anlaşılan bir saltanat-ı rububiyet; elbette ve her halde ve hiç şübhe getirmez ki, -Onuncu Söz'de isbat edildiği gibi- o rahmet ve hikmet ve inayet ve adalet ve saltanat-ı sermediyenin gayet kat'î istedikleri dâr-ı âhiret ve daire-i haşr u neşrin açılmamasıyla; o nihayetsiz cemal-i rahmet nihayetsiz çirkin bir merhametsizliğe inkılab etmesine ve o hadsiz kemal-i hikmet, hadsiz kusurlu abesiyete ve faydasız israfata dönmesine ve o gayet şirin inayet, gayet acı ihanetlere çevrilmesine ve o gayet mizanlı ve hakkaniyetli adalet, gayet şiddetli zulümlere kalbolmasına ve o gayet derecede haşmetli ve kuvvetli saltanat-ı sermediye sukut etmesine ve haşrin gelmemesiyle bütün haşmeti kaybolmasına ve kemalât-ı rububiyeti acz ve kusur ile lekedar olmasına, hiçbir cihet-i imkânı yok; hiçbir akıl bu vaziyete ihtimal vermez, yüz muhal birden içinde bulunur, hem daire-i imkân haricinde bâtıl ve mümteni'dir. Çünki nazenin ve nazdar beslediği ve akıl ve kalb gibi cihazatla saadet-i ebediyeye ve âhirette beka-yı daimîye iştiyak hissini verdiği halde onu ebedî i'dam etmek, ne kadar gadirli bir merhametsizlik ve onun yalnız
وَمِنْ اٰيَاتِهِ اَنْ تَقُومَ السَّمَٓاءُ وَالْاَرْضُ بِاَمْرِه۪ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ الْاَرْضِ اِذَا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ
âyeti, azametli bir îcaz ile der:
Nasılki iki kışlada yatan ve duran muti' askerler, bir kumandanın çağırmasıyla (bir boru sesiyle) silâh başına, vazife başına gelmeleri gibi, aynen öyle de: Bu iki kışlanın misalinde ve emre itaatte koca semavat ve küre-i arz, Sultan-ı Ezelî'nin askerlerine iki muti' kışla gibi, ne vakit Hazret-i İsrafil'in borusuyla o kışlalarda ölüm ile yatanlar çağırılsa, derhal cesed libaslarını giyip dışarı fırlamalarını isbat edip gösteren her baharda arz kışlası içindekiler, melek-i ra'dın borusuyla aynı vaziyeti göstermesiyle nihayetsiz azameti anlaşılan bir saltanat-ı rububiyet; elbette ve her halde ve hiç şübhe getirmez ki, -Onuncu Söz'de isbat edildiği gibi- o rahmet ve hikmet ve inayet ve adalet ve saltanat-ı sermediyenin gayet kat'î istedikleri dâr-ı âhiret ve daire-i haşr u neşrin açılmamasıyla; o nihayetsiz cemal-i rahmet nihayetsiz çirkin bir merhametsizliğe inkılab etmesine ve o hadsiz kemal-i hikmet, hadsiz kusurlu abesiyete ve faydasız israfata dönmesine ve o gayet şirin inayet, gayet acı ihanetlere çevrilmesine ve o gayet mizanlı ve hakkaniyetli adalet, gayet şiddetli zulümlere kalbolmasına ve o gayet derecede haşmetli ve kuvvetli saltanat-ı sermediye sukut etmesine ve haşrin gelmemesiyle bütün haşmeti kaybolmasına ve kemalât-ı rububiyeti acz ve kusur ile lekedar olmasına, hiçbir cihet-i imkânı yok; hiçbir akıl bu vaziyete ihtimal vermez, yüz muhal birden içinde bulunur, hem daire-i imkân haricinde bâtıl ve mümteni'dir. Çünki nazenin ve nazdar beslediği ve akıl ve kalb gibi cihazatla saadet-i ebediyeye ve âhirette beka-yı daimîye iştiyak hissini verdiği halde onu ebedî i'dam etmek, ne kadar gadirli bir merhametsizlik ve onun yalnız
Yükleniyor...