وَشَجَرَةً تَخْرُجُ مِنْ طُورِسَيْنَٓاءَ تَنْبُتُ بِالدُّهْنِ وَصِبْغٍ لِْلاٰكِل۪ينَ﴿٠٢﴾

20. Ve Tûr-ı Sina’da çıkan (yetişen); yağı ile ve yiyenler için bir katıkla biten bir ağaç (zeytin, yetiştirdik).

وَاِنَّ لَكُمْ فِى الْاَنْعَامِ لَعِبْرَةًۜ نُسْق۪يكُمْ مِمَّا ف۪ى بُطُونِهَا وَلَكُمْ ف۪يهَا مَنَافِعُ كَث۪يرَةٌ وَمِنْهَا تَاْكُلُونَۙ﴿١٢﴾

21. Şüphesiz sizin için hayvanlarda gerçekten bir ibret vardır. Size karınlarında olan şeyden (sütten) içiriyoruz. Sizin için onlarda daha birçok yararlar vardır ve onlardan yersiniz de.

{“Evet, başta, inek ve deve ve keçi ve koyun olarak, süt fabrikaları olan validelerin memelerinde, kan ve fışkı içinde bulaştırmadan ve bulandırmadan ve onlara bütün bütün muhalif olarak hâlis, temiz, sâfi, mugaddî, hoş, beyaz bir sütü koymak ve yavrularına karşı o sütten daha ziyade hoş, şirin, tatlı, kıymetli ve fedakârâne bir şefkati kalblerine bırakmak, elbette o derece bir rahmet, bir hikmet, bir ilim, bir kudret ve bir ihtiyar ve dikkat ister ki, fırtınalı tesadüflerin ve karıştırıcı unsurların ve kör kuvvetlerin hiçbir cihetle işleri olamaz. İşte, böyle gayet mucizeli ve hikmetli bu san'at-ı Rabbâniyenin ve bu fiil-i İlâhînin umum rû-yi zeminde, yüz binlerle nevilerin hadsiz validelerinin kalblerinde ve memelerinde aynı anda, aynı tarzda, aynı hikmet ve aynı dikkatle tecellîsi ve tasarrufu ve yapması ve ihatası, bedâhetle vahdeti isbat eder.” (Ş., Yedinci Şua, İkinci Bab, s.156)}

وَعَلَيْهَا وَعَلَى الْفُلْكِ تُحْمَلُونَ۟﴿٢٢﴾

22. Onların üzerinde ve gemilerin üzerinde taşınırsınız.

{“İşte şu âyetler, .., hem insanlara semere-i sa'ylerini mübadele edip her nevi medar-ı maişetini temin etmek için gemiyi insana musahhar etmiştir. Yani, denize, rüzgâra, ağaca öyle bir vaziyet vermiş ki, rüzgâr bir kamçı, gemi bir at, deniz onun ayağı altında bir çöl gibi durur. İnsanları gemi vasıtasıyla bütün zemine münasebettar etmekle beraber, ırmakları, büyük nehirleri insanın fıtrî birer vesait-i nakliyesi hükmünde teshir, hem güneşle ayı seyrettirip mevsimleri ve mevsimlerde değişen Mün'im-i Hakikînin renk renk nimetlerini insanlara takdim etmek için iki musahhar hizmetkâr ve o büyük dolabı çevirmek için iki dümenci hükmünde halketmiş.” (S., Yirmi Beşinci Söz, İkinci Şule, Altıncı Nükte-i Belâgat, s.422)}

وَهُوَ الَّذ۪ٓى اَنْشَاَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْاَبْصَارَ وَالْاَفْئِدَةَۜ قَل۪يلاً مَاتَشْكُرُونَ﴿٨٧﴾

78. O (Allah) ki size kulaklar, gözler ve gönüller yarattı. Ne de az şükrediyorsunuz!

وَهُوَ الَّذ۪ى ذَرَاَكُمْ فِى الْاَرْضِ وَاِلَيْهِ تُحْشَرُونَ﴿٩٧﴾

79. O ki, sizi yeryüzünde yaratıp türetti ve yalnız O’na toplanacaksınız.

وَهُوَ الَّذ۪ى يُحْي۪ى وَيُم۪يتُ وَلَهُ اخْتِلَافُ الَّيْلِ وَالنَّهَارِۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ﴿٠٨﴾

80. O ki, can verir ve öldürür. Gece ile gündüzün arka arkaya gelmesi (değişmesi) O’na aittir. Aklınızı çalıştırmıyor musunuz?

{“Kur’an-ı Mu’ciz-ül-Beyan, pek çok hararetle ve şiddetle ve halâvetle şükür ve ibadete sevk ediyor. Ve ‘İbadet Cenâb-ı Hakka mahsus ve şükür O’na lâyık ve hamd O’na hastır.’ diye çok tekrarla beyan ediyor. Demek bu şükür ve ibadet doğrudan doğruya Mâlik-i Hakikîsine gitmek lâzım olduğunu ifade için, hayatı bütün şuûnâtıyla perdesiz kabza-i tasarrufunda tutmasına delâlet eden

وَهُوَ الَّذِى يُحْيِى وَيُمِيتُ وَلَهُ اَخْتِلَافُ الَّيْلِ والنَّهارِ *...

gibi âyetler, pek sarih bir surette vasıtaları nefyedip, doğrudan doğruya hayatı Hayy-ı Kayyûmun dest-i kudretine münhasıran veriyor…” (L., Otuzuncu Lem’a, Beşinci Nükte, Üçüncü Remiz, s.332)}


بَلْ قَالُوا مِثْلَ مَا قَالَ الْاَوَّلُونَ﴿١٨﴾

81. Hayır, onlar da evvelkilerin dedikleri gibi dediler:

قَالُٓوا ءَاِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا ءَاِنَّا لَمَبْعُوثُونَ﴿٢٨﴾

82. “Öldüğümüz ve toprak ve kemikler olduğumuz zaman mı; gerçekten biz mi diriltileceğiz?” dediler.

لَقَدْ وُعِدْنَا نَحْنُ وَاٰبَٓاوُ۬ٔنَا هٰذَا مِنْ قَبْلُ اِنْ هٰذَٓا اِلَّا ٓ اَسَاط۪يرُ الْاَوَّل۪ينَ﴿٣٨﴾

83. “Andolsun, gerçekten bu, bize ve daha önce atalarımıza da vaadolundu. Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir.

قُلْ لِمَنِ الْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهَٓا اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ﴿٤٨﴾

84. (Resûl’üm!) De ki: “Eğer biliyorsanız, yer ve ondakiler kimindir?”

سَيَقُولُونَ لِلّٰهِۜ قُلْ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ﴿٥٨﴾

85. “Allah’ındır” diyecekler. De ki: “İbret almıyor musunuz?”

قُلْ مَنْ رَبُّ السَّمٰوَاتِ السَّبْعِ وَرَبُّ الْعَرْشِ الْعَظ۪يمِ﴿٦٨﴾

86. De ki: “Yedi (kat) göklerin ve ulu Arş’ın Rabbi kimdir?”

سَيَقُولُونَ لِلّٰهِۜ قُلْ اَفَلَا تَتَّقُونَ﴿٧٨﴾

87. “Allah’ındır” diyecekler. De ki: “Öyleyse (O’ndan) korkmuyor musunz?”

قُلْ مَنْ بِيَدِه۪ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ يُج۪يرُ وَلَا يُجَارُ عَلَيْهِ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ﴿٨٨﴾

88. De ki: “Eğer biliyorsanız, her şeyin mülkü elinde olan ve himaye eden, kendisi himaye edilmeyen kimdir?”

{“Her şey; her şeyinde ve her şe’ninde tek bir Hâlik-ı Zülcelâl’e muhtaçtır.(...) İşte bu acz içindeki kudret; ve zaaf içindeki kuvvet; ve fakr içindeki servet ve gınâ; ve cumud ve cehil içindeki hayat ve şuur, bilbedâhe ve bizzarure, bir Kadîr-i Mutlak ve Kaviyy-i Mutlak ve Ganiyy-i Mutlak ve Alîm-i Mutlak ve Hayy-ı Kayyûm bir Zâtın vücub-u vücuduna ve vahdetine karşı her taraftan pencereler açar, heyet-i mecmuasıyla, büyük bir mikyasta, bir cadde-i nuraniyeyi gösterir. İşte, ey tabiat bataklığına düşen gafil! Eğer tabiatı bırakıp kudret-i İlâhiyeyi tanımazsan, herbir şeye, hattâ herbir zerreye hadsiz bir kuvvet ve kudret ve nihayetsiz bir hikmet ve maharet, belki ekser eşyayı görecek, bilecek, idare edecek bir iktidar, herşeyde bulunduğunu kabul etmek lazım gelir.” (S., Otuz Üçüncü Söz, On Dördüncü Pencere, s.664)}

سَيَقُولُونَ لِلّٰهِۜ قُلْ فَاَنّٰى تُسْحَرُونَ﴿٩٨﴾

89. “Allah’tır” diyecekler. De ki: “Öyle ise, nasıl olup da büyüleniyorsunuz?”


Yükleniyor...