وَالَّذ۪ينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَۙ﴿٥﴾

Onlar ki, namuslarını koruyanlardır.

{“Hem iktidarsız yavrulara ve zaif vâlidelerine tam yardım ve himaye etmek hikmetiyle erkeklerde de haysiyet, nâmus seciyesi fıtratında derc edilmiş. Bu nâmusta hâlis ve ücretsiz, mukabelesiz, samimî bir kahramanlık derc edilmiş…” (HR., Gayet ehemmiyetli bir hakikate gayet kıs bir işaret, s.24)

“ Evet, şehvet ve gazap haddini aşarsa, ırz ve namuslar pay-mal olur, masumlar mahvolur.” (İİ., Nükte-i İ’caziye, s.165)}


اِلَّا عَلٰٓى اَزْوَاجِهِمْ اَوْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُهُمْ فَاِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُوم۪ينَۚ﴿٦﴾

Ancak zevcelerine (eşlerine), yahut sağ ellerinin sahip olduklarına (cariyelerine) karşı (olması hariç). Çünkü onlar, (bundan) kınanmazlar.

فَمَنِ ابْتَغٰى وَرَٓاءَ ذٰلِكَ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْعَادُونَۚ﴿٧﴾

Artık kim bunun ötesini isterse, işte onlar, mütecavizlerin (haddi aşanların) tâ kendileridir.

وَالَّذ۪ينَ هُمْ لِاَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَۙ﴿٨﴾

Onlar ki, emanetlerine ve sözlerine riayet ederler.

وَالَّذ۪ينَ هُمْ عَلٰى صَلَوَاتِهِمْ يُحَافِظُونَۢ﴿٩﴾

Onlar ki, namazlarına devam ederler.

{“Halbuki: Namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü âhirete mal edebilir. Fâni ömrünü bir cihette ibka eder.” (S., Dördüncü Söz, s.21)

“Evet, her bir namazın vakti, mühim bir inkılâp başı olduğu gibi, azîm bir tasarruf-u İlâhînin aynası ve o tasarruf içinde ihsânât-ı külliye-i İlâhiyenin birer mâkesi olduğundan, Kadîr-i Zülcelâle o vakitlerde daha ziyade tesbih ve tazim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnuna karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir.” (S., Dokuzuncu Söz, s.40)

“Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşâgıl-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun? Sen istidat cihetiyle bütün hayvânâtın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levâzımâtını tedarikte iktidar cihetiyle bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil, belki hakikî bir insan gibi hakikî bir hayat-ı daime için sa’y etmektir?” (S., Yirmi Birinci Söz, Birinci Makam, Beşinci İkaz, s.271. Ayrıca bk. Ş., On Birinci Şua, Birinci Mes’ele, s.193; İİ., Sure-i Bakara Sadaka, 43)}


اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْوَارِثُونَۙ﴿٠١﴾

10. İşte onlar, mirasçıların ta kendileridir.

اَلَّذ۪ينَ يَرِثُونَ الْفِرْدَوْسَۜ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ﴿١١﴾

11. Onlar ki, Firdevs’e mirasçı olurlar. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar.

وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ ط۪ينٍۚ﴿٢١﴾

12. Andolsun, gerçekten Biz insanı çamurdan, bir hulasadan (özden) yarattık.

ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً ف۪ى قَرَارٍ مَك۪ينٍ۬﴿٣١﴾

13. Sonra onu çok sağlam bir karargahta (rahimde) bir meni haline getirdik.

ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًاۗ ثُمَّ اَنْشَاْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَۜ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِق۪ينَۜ﴿٤١﴾

14. Sonra o meniyi kan pıhtısı yarattık; derken kan pıhtısını bir çiğnem et; derken bir çiğnem eti kemikler yarattık (yaptık). Kemiklere de et giydirdik. Sonra onu başka bir yaratılışla inşa ettik. Yaratanların en güzeli Allah, çok yücedir!

{“İnsanın cesedini teşkil eden zerreler, âlemin zerratı içinde camid, dağınık bir şekilde iken, bakarsın ki, mahsus bir kanunla, muayyen bir nizamla intizam altına alınarak âlem-i anâsıra gönderilir. Âlem-i anâsırda sâkit, sâkin, gizli bir vaziyette iken, birden bire kafile kafile, muayyen bir düsturla, yevmî bir intizamla, bir kast ve hikmet altında âlem-i mevalide intikal eder. Âlem-i mevalidde de, sükût içinde iken, birdenbire acip, garip bir tarzla nutfeye inkılâp eder. Sonra müteselsil inkılâplarla alaka olur, sonra mudga olur, sonra et, kemik olur.” (İİ., İhya-yı Ervah Birinci, Mes’ele, s.177. Ayrıca bk. Hac Suresi 5.âyet açıklaması, s.50)

“Kur’ân kâh olur, mahlûkat-ı İlâhiyeyi bir tertiple zikreder; sonra o mahlûkat içinde bir nizam, bir mizan olduğunu ve onun semereleri olduğunu göstermekle, güya bir şeffafiyet, bir parlaklık veriyor ki, sonra o ayna-misal tertibinden cilvesi bulunan esmâ-i İlâhiyeyi gösteriyor. Güya o mahlûkat-ı mezkûre elfazdır; şu esmâ onun mânâları, yahut o meyvelerin çekirdekleri, yahut hülâsalarıdırlar.” (S., Yirmi Beşinci Söz, İkinci Şule, Dördüncü Nükte-i Belagat, s.419)}


ثُمَّ اِنَّكُمْ بَعْدَ ذٰلِكَ لَمَيِّتُونَۜ﴿٥١﴾

15. Sonra, şüphesiz siz, bunun ardından mutlaka öleceksiniz.

{

وَيُمِيتُ

Yani: Mevti veren O’dur. Yani: Hayatı veren O olduğu gibi; hayatı alan, mevti veren dahi yine O’dur. Evet mevt, yalnız tahrip ve sönmek değildir ki esbaba verilsin, tabiata havale edilsin. (…) Şu mevcudat, irade-i İlâhiye ile seyyaledir. Şu kâinat, emr-i Rabbânî ile seyyaredir. Şu mahlukat, izn-i İlâhî ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor.. âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şahadette vücud-u zâhirî giydiriliyor. Sonra âlem-i gabya muntazaman yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbânî ile, mütemadiyen istikbalden gelip, hâle uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür.

“Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.” (M., Yirminci Mektub, Yedinci Kelimeler, s.239 ve 227)

“Ölüm ya idam-ı ebedîdir; hem o insanı, hem bütün ahbabını ve akaribini asacak bir darağacıdır. Veyahut başka bir bâki âleme gitmek ve iman vesikasıyla saadet sarayına girmek için bir terhis tezkeresidir. Ve kabir ise, ya karanlıklı bir haps-i münferit ve dipsiz bir kuyudur. Veyahut bu zindan-ı dünyadan bâki ve nuranî bir ziyafetgâh ve bağistana açılan bir kapıdır.” (Ş., On Birinci Şua, İkinci Mes’elenin Hülâsası, s.195)}


ثُمَّ اِنَّكُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ تُبْعَثُونَ﴿٦١﴾

16. Sonra da şüphesiz siz, kıyamet gününde diriltileceksiniz.

{“Hiç mümkün müdür ki, ölmüş, kurumuş koca arzı ihyâ eden; ve o ihyâ içinde, herbiri beşer haşri gibi acip, üç yüz binden ziyade envâ-ı mahlûkatı haşir ve neşredip kudretini gösteren; ve o haşir ve neşir içinde, nihayet derecede karışık ve ihtilât içinde nihayet derecede imtiyaz ve tefrik ile ihata-i ilmiyesini gösteren; ve bütün semavî fermanlarıyla beşerin haşrini vaad etmekle bütün ibâdının enzârını saadet-i ebediyeye çeviren; ve bütün mevcudatı baş başa, omuz omuza, el ele verdirip, emir ve iradesi dairesinde döndürüp birbirine yardımcı ve musahhar kılmakla azamet-i Rububiyetini gösteren; ve beşeri, şecere-i kâinatın en cami ve en nazik ve en nazenin, en nazdar, en niyazdar bir meyvesi yaratıp kendine muhatap ittihaz ederek herşeyi ona musahhar kılmakla, insana bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren bir Kadîr-i Rahîm, bir Alîm-i Hakîm, kıyameti getirmesin, haşri yapmasın ve yapamasın, beşeri ihyâ etmesin veya edemesin, Mahkeme-i Kübrâyı açamasın, Cennet ve Cehennemi yaratamasın? Hâşâ ve kellâ!” (S., Onuncu Söz, Dokuzuncu Hakikat, s.80)}

وَلَقَدْ خَلَقْنَا فَوْقَكُمْ سَبْعَ طَرَٓائِقَۗ وَمَا كُنَّا عَنِ الْخَلْقِ غَافِل۪ينَ﴿٧١﴾

17. Andolsun, gerçekten üstünüzde yedi yollar yarattık. Biz mahluktan gafiller değiliz.

وَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً بِقَدَرٍ فَاَسْكَنَّاهُ فِى الْاَرْضِۗ وَاِنَّا عَلٰى ذَهَابٍ بِه۪ لَقَادِرُونَۚ﴿٨١﴾

18. Gökten ölçü ile su indirdik de, onu yere yerleştirdik. Şüphesiz biz onu gidermeğe gerçekten güç yetirenleriz.

فَاَنْشَاْنَا لَكُمْ بِه۪ جَنَّاتٍ مِنْ نَخ۪يلٍ وَاَعْنَابٍۢ لَكُمْ ف۪يهَا فَوَاكِهُ۬ كَث۪يرَةٌ وَمِنْهَا تَاْكُلُونَۙ﴿٩١﴾

19. Onunla size hurmalıklardan ve bağlardan bahçeler yetiştirdik. Onlarda sizin için birçok meyveler vardır ve onlardan yersiniz de.

{(bk. Nahl Suresi 11. âyet açıklaması, s.37)}


Yükleniyor...