وَمَا جَعَلْنَا لِبَشَرٍ مِنْ قَبْلِكَ الْخُلْدَۜ اَفَا۬ئِنْ مِتَّ فَهُمُ الْخَالِدُونَ﴿٤٣﴾

34. Senden önce de hiçbir beşer için ölümsüzlük kılmadık. Şimdi sen ölürsün de, onlar ebedi mi kalacaklar?

كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِۜ وَنَبْلُوكُمْ بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةًۜ وَاِلَيْنَا تُرْجَعُونَ﴿٥٣﴾

35. Her nefis (canlı) ölümü tadacaktır. Sizi denemek için şer ve hayırla sınıyoruz. Yalnız bize döndürüleceksiniz.

{“Ey hizmet-i Kur’aniyede arkadaşlarım! İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevk eden tûl-i emel olduğu gibi, riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır. Evet, ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat, Kur'ân-ı Hakîmin

كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ * اِنَّكَ مَيِّتٌ وَاِنَّهُمْ مَيِّتُونَ

gibi âyetlerinden aldığı dersle, rabıta-i mevti sülûklarında esas tutmuşlar; tûl-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti o rabıta ile izale etmişler.” (L., Yirmi Birinci Lem’a, Dördüncü Düstur, s.163. Ayrıca bk. M., Yirminci Mektub, Yedinci Kelimeler, s.226 ve 239)}


وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَيْلَنَٓا اِنَّا كُنَّا ظَالِم۪ينَ﴿٦٤﴾

46. Andolsun ki eğer, onlara Rabbinin azabından az bir şey dokunsa, mutlaka: “Eyvah bize, şüphesiz biz zalimler idik!” diyecekler.

{“Mesela:

وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةً مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ

Bu cümlede, azabı dehşetli göstremek için, en azının şiddetle te’sirini göstermekle göstermek ister. Demek taklili ifade edecek cümlenin bütün hey’etleride bu taklile bakıp ona kuvvet verecek…” (S., Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, Birinci Şua, İkinci Suret, s.370. Ayrıca bk. İİ., Sure-i Bakara, Dördüncü Mebhas, s.35; Mh., İkinci Makale, s.93)}


وَنَضَعُ الْمَوَاز۪ينَ الْقِسْطَ لِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ فَلَا تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئًاۜ وَاِنْ كَانَ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ اَتَيْنَا بِهَاۜ وَكَفٰى بِنَا حَاسِب۪ينَ﴿٧٤﴾

47. Kıyamet günü için doğru teraziler koyarız. Hiçbir nefis, hiçbir şekilde haksızlığa uğratılmayacak. Eğer (o şey) bir hardal tanesi kadar olsa, biz onu getiririz. Hesaba çekenler olarak biz (herkese) yeteriz.

وَاَيُّوبَ اِذْ نَادٰى رَبَّهُٓ اَنّ۪ى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَۚ﴿٣٨﴾

83. Eyyub’u da an. Hani, Rabbine: “Şüphesiz, bana dert dokundu. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin!” diye seslenmişti.

{“Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmânîdir. Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne dönerler. Öyle de, çok zâhirî musibetler var ki, İlâhî birer ihtar, birer ikazdır. Ve bir kısmı keffâretü'z-zünubdur. Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir. Musibetin hastalık olan nev'i, sabıkan geçtiği gibi, o kısım, musibet değil, belki bir iltifat-ı Rabbânîdir, bir tathirdir. Rivayette vardır ki, ‘Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor; sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.’ Hazret-i Eyyub Aleyhisselâm, münâcâtında, istirahat-i nefis için dua etmemiş. Belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mâni olduğu zaman, ubudiyet için şifa talep eylemiş. Biz, o münâcatla birinci maksadımız, günahlardan gelen mânevî, ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar için, ubudiyete mâni olduğu zaman iltica edebiliriz. Fakat muterizâne, müştekiyâne bir surette değil, belki mütezellilâne ve istimdatkârâne iltica edilmeli.” (L., İkinci Lem’a, Beşinci Nükte, Birinci Mes’ele, s.11. Ayrıca bk. BL., Hulusi’nin Fıkrasıdır, s.203)}

فَاسْتَجَبْنَا لَهُ فَكَشَفْنَا مَا بِه۪ مِنْ ضُرٍّ وَاٰتَيْنَاهُ اَهْلَهُ وَمِثْلَهُمْ مَعَهُمْ رَحْمَةً مِنْ عِنْدِنَا وَذِكْرٰى لِلْعَابِد۪ينَ﴿٤٨﴾

84. Biz de ona icabet edip, ondaki sıkıntıyı giderdik ve ona katımızdan bir rahmet ve ibadet edenler için bir hatıra olmak üzere, ailesi ile onların bir mislini de verdik.

وَاِسْمٰع۪يلَ وَاِدْر۪يسَ وَذَا الْكِفْلِۜ كُلٌّ مِنَ الصَّابِر۪ينَۚ﴿٥٨﴾

85. İsmail’i, İdris’i ve Zülkifl’i de an. Her biri salihlerdendir.

وَاَدْخَلْنَاهُمْ ف۪ى رَحْمَتِنَاۜ اِنَّهُمْ مِنَ الصَّالِح۪ينَ﴿٦٨﴾

86. Onları rahmetimize girdirdik. Hakikaten onlar iyilerdendir.

وَذَا النُّونِ اِذْ ذَهَبَ مُغَاضِبًا فَظَنَّ اَنْ لَنْ نَقْدِرَ عَلَيْهِ فَنَادٰى فِى الظُّلُمَاتِ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا ٓ اَنْتَ سُبْحَانَكَۗ اِنّ۪ى كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَۚ﴿٧٨﴾

87. Balık sahibini (Yunus’u) da an. Hani O öfke ile gitmiş; kendisine güç yetiremeyeceğimizi zannetmişti. Karanlıklar içinde: “Senden başka İlah yoktur. Seni tenzih ederim. Şüphesiz ben zalimlerden oldum!..” diye sesledi.

{“Şu münâcâtın sırr-ı azîmi şudur ki: O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti. Çünkü o halde ona necat verecek öyle bir Zat lâzım ki, hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semâya geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde gece, deniz ve hut ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir Zat onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsaydılar, yine beş para faydaları olmazdı. Demek esbabın tesiri yok. Müsebbibü'l-Esbabdan başka bir melce olamadığını aynelyakin gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için, şu münâcat birden bire geceyi, denizi ve hûtu musahhar etmiştir.” (L., Birinci Lem’a, s.6. Ayrıca bk. M., Yirmi Altıncı Mektub, s.317)}

فَاسْتَجَبْنَا لَهُۙ وَنَجَّيْنَاهُ مِنَ الْغَمِّۜ وَكَذٰلِكَ نُنْجِى الْمُؤْمِن۪ينَ﴿٨٨﴾

88. Biz de ona icabet (duasını kabul) ettik ve onu kederden kurtardık. Mü’minleri de öyle kurtarırız.

Yükleniyor...