لَا يُسْئَلُ عَمَّا يَفْعَلُ وَهُمْ يُسْئَلُونَ﴿٣٢﴾
23. O (Allah), yaptığından sorumlu tutulmaz, onlar ise sorguya çekileceklerdir.
اَمِ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اٰلِهَةًۜ قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْۚ هٰذَا ذِكْرُ مَنْ مَعِىَ وَذِكْرُ مَنْ قَبْل۪ىۜ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَۙ الْحَقَّ فَهُمْ مُعْرِضُونَ﴿٤٢﴾
24. O’ndan başka tanrılar mı edindiler? De ki: “Delilinizi getirin.” Bu, benimle beraber olanların ve benden öncekilerin zikridir. Hayır, onların çoğu hakkı bilmezler. İşte onlar yüz çevirenlerdir.
وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا نُوح۪ٓى اِلَيْهِ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا ٓ اَنَا۬ فَاعْبُدُونِ﴿٥٢﴾
25. Senden önce bir peygamber göndermedik ki, ona: “Gerçek şu ki, benden başka İlah yoktur; bana ibadet edin.” diye vahyetmiş olmayalım.
وَقَالُوا اتَّخَذَ الرَّحْمٰنُ وَلَدًا سُبْحَانَهُۜ بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَۙ﴿٦٢﴾
26. Onlar: “Allah evlat edindi.” dediler. Hâşâ. Hayır, onlar (evlat dedikleri, melekler) ikrama mazhar olmuş kullardır.
لَايَسْبِقُونَهُ بِالْقَوْلِ وَهُمْ بِاَمْرِه۪ يَعْمَلُونَ﴿٧٢﴾
27. Sözle On’u(n önüne) geçemezler. Onlar O’nun emri ile hareket ederler.
{“Nasıl ki vahdet ve ehadiyet sırrıyla kâinatın her tarafında aynı kudret, aynı isim, aynı hikmet, aynı san'at bulunmasıyla Hâlıkın vahdet ve tasarrufu ve icad ve rububiyeti ve hallâkıyet ve kudsiyeti, cüz'î-küllî herbir masnuun hal diliyle ilân ediliyor. Aynen öyle de, her tarafta melekleri halk edip her mahlûkun lisan-ı hal ile şuursuz yaptıkları tesbihatı, meleklerin ubudiyetkârâne dilleriyle yaptırıyor. Meleklerin hiçbir cihette hilâf-ı emir hareketleri yoktur. Hâlis bir ubudiyetten başka hiçbir icad ve emirsiz hiçbir müdahale, hattâ izinsiz şefaatleri dahi olmaz. Tam
بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَ * وَيَفْعَلُونَ مَايُؤْمَرُونَ
sırrına mahzardırlar.”(Ş., On Birinci Şua, On Birinci Mes’ele, s.264. Ayrıca bk. S., Yirmi Dokuzuncu Söz, s.513)}
يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يَشْفَعُونَۙ اِلَّا لِمَنِ ارْتَضٰى وَهُمْ مِنْ خَشْيَتِه۪ مُشْفِقُونَ﴿٨٢﴾
28. Allah, onların önlerindekini ve arkalarındakini (yaptıklarını da, yapacaklarını da) bilir. Ancak O’nun rızasına erene şefaat ederler. Onlar O’nun korkusundan titrerler.
وَمَنْ يَقُلْ مِنْهُمْ اِنّ۪ٓى اِلٰهٌ مِنْ دُونِه۪ فَذٰلِكَ نَجْز۪يهِ جَهَنَّمَۜ كَذٰلِكَ نَجْزِى الظَّالِم۪ينَ۟﴿٩٢﴾
29. Onlardan kim: “Gerçekten ben, O’dan başka tanrıyım!” derse, işte onu cehennemle cezalandırırız. İşte biz, zalimleri böyle cezalandırırız.
اَوَ لَمْ يَرَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَاۜ وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَىْءٍ حَىٍّۜ اَفَلَا يُؤْمِنُونَ﴿٠٣﴾
30. Kâfirler görmediler mi ki, göklerle yer,ikisi de bitişik idiler de, biz onları ayırdık. Her canlıyı da sudan yarattık. Halâ iman etmiyorlar mı?
{“Ve muhakkik bir hakîme, o kelime şöyle ifham eder ki: Bidâyet-i hilkatte semâ ve arz şekilsiz birer küme ve menfaatsiz birer yaş hamur, veledsiz, mahlûkatsız, toplu birer madde iken, Fâtır-ı Hakîm onları fetih ve bast edip güzel bir şekil, menfaattar birer suret, ziynetli ve kesretli mahlûkata menşe etmiştir anlar, vüs'at-i hikmetine karşı hayran olur. Yeni zamanın filozofuna şu kelime şöyle ifham eder ki: Manzume-i şemsiyeyi teşkil eden küremiz, sair seyyareler, bidâyette güneşle mümteziç olarak, açılmamış bir hamur şeklinde iken, Kadîr-i Kayyûm o hamuru açıp, o seyyareleri birer birer yerlerine yerleştirerek, güneşi orada bırakıp zeminimizi buraya getirerek, zemine toprak sererek, semâ canibinden yağmur yağdırarak, güneşten ziya serptirerek dünyayı şenlendirip bizleri içine koymuştur anlar, başını tabiat bataklığından çıkarır,
اَمَنْتُ بِاللهِ الْوَاحِدِالْاَحَد
der."(S., Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, İkinci Şua, Birinci Lem’a, s.392. Ayrıca bk. MN., Habbe, s.120; İİ., Seb’a Semavat, s.187)}
وَجَعَلْنَا فِى الْاَرْضِ رَوَاسِىَ اَنْ تَم۪يدَ بِهِمْ وَجَعَلْنَا ف۪يهَا فِجَاجًا سُبُلاً لَعَلَّهُمْ يَهْتَدُونَ﴿١٣﴾
31. Yerde, onları sarsmasın diye sabit dağlar kıldık (diktik). Onda geniş yollar kıldık (açtık). Umulur ki onlar, hidayete ererler.
وَجَعَلْنَا السَّمَٓاءَ سَقْفًا مَحْفُوظًاۚ وَهُمْ عَنْ اٰيَاتِهَا مُعْرِضُونَ﴿٢٣﴾
32. Göğü de korunmuş bir tavan kıldık(yaptık). Oysa onlar, onun (gökyüzünün) ayetlerinden yüz çeviriciler.
وَهُوَ الَّذ۪ى خَلَقَ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَۜ كُلٌّ ف۪ى فَلَكٍ يَسْبَحُونَ﴿٣٣﴾
33. O (Allah) ki, gece ile gündüzü ve güneşle ayı yarattı. Her biri bir mihverde (yörüngede) yüzüyorlar.
23. O (Allah), yaptığından sorumlu tutulmaz, onlar ise sorguya çekileceklerdir.
اَمِ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اٰلِهَةًۜ قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْۚ هٰذَا ذِكْرُ مَنْ مَعِىَ وَذِكْرُ مَنْ قَبْل۪ىۜ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَۙ الْحَقَّ فَهُمْ مُعْرِضُونَ﴿٤٢﴾
24. O’ndan başka tanrılar mı edindiler? De ki: “Delilinizi getirin.” Bu, benimle beraber olanların ve benden öncekilerin zikridir. Hayır, onların çoğu hakkı bilmezler. İşte onlar yüz çevirenlerdir.
وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا نُوح۪ٓى اِلَيْهِ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا ٓ اَنَا۬ فَاعْبُدُونِ﴿٥٢﴾
25. Senden önce bir peygamber göndermedik ki, ona: “Gerçek şu ki, benden başka İlah yoktur; bana ibadet edin.” diye vahyetmiş olmayalım.
وَقَالُوا اتَّخَذَ الرَّحْمٰنُ وَلَدًا سُبْحَانَهُۜ بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَۙ﴿٦٢﴾
26. Onlar: “Allah evlat edindi.” dediler. Hâşâ. Hayır, onlar (evlat dedikleri, melekler) ikrama mazhar olmuş kullardır.
لَايَسْبِقُونَهُ بِالْقَوْلِ وَهُمْ بِاَمْرِه۪ يَعْمَلُونَ﴿٧٢﴾
27. Sözle On’u(n önüne) geçemezler. Onlar O’nun emri ile hareket ederler.
{“Nasıl ki vahdet ve ehadiyet sırrıyla kâinatın her tarafında aynı kudret, aynı isim, aynı hikmet, aynı san'at bulunmasıyla Hâlıkın vahdet ve tasarrufu ve icad ve rububiyeti ve hallâkıyet ve kudsiyeti, cüz'î-küllî herbir masnuun hal diliyle ilân ediliyor. Aynen öyle de, her tarafta melekleri halk edip her mahlûkun lisan-ı hal ile şuursuz yaptıkları tesbihatı, meleklerin ubudiyetkârâne dilleriyle yaptırıyor. Meleklerin hiçbir cihette hilâf-ı emir hareketleri yoktur. Hâlis bir ubudiyetten başka hiçbir icad ve emirsiz hiçbir müdahale, hattâ izinsiz şefaatleri dahi olmaz. Tam
بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَ * وَيَفْعَلُونَ مَايُؤْمَرُونَ
sırrına mahzardırlar.”(Ş., On Birinci Şua, On Birinci Mes’ele, s.264. Ayrıca bk. S., Yirmi Dokuzuncu Söz, s.513)}
يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يَشْفَعُونَۙ اِلَّا لِمَنِ ارْتَضٰى وَهُمْ مِنْ خَشْيَتِه۪ مُشْفِقُونَ﴿٨٢﴾
28. Allah, onların önlerindekini ve arkalarındakini (yaptıklarını da, yapacaklarını da) bilir. Ancak O’nun rızasına erene şefaat ederler. Onlar O’nun korkusundan titrerler.
وَمَنْ يَقُلْ مِنْهُمْ اِنّ۪ٓى اِلٰهٌ مِنْ دُونِه۪ فَذٰلِكَ نَجْز۪يهِ جَهَنَّمَۜ كَذٰلِكَ نَجْزِى الظَّالِم۪ينَ۟﴿٩٢﴾
29. Onlardan kim: “Gerçekten ben, O’dan başka tanrıyım!” derse, işte onu cehennemle cezalandırırız. İşte biz, zalimleri böyle cezalandırırız.
اَوَ لَمْ يَرَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَاۜ وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَىْءٍ حَىٍّۜ اَفَلَا يُؤْمِنُونَ﴿٠٣﴾
30. Kâfirler görmediler mi ki, göklerle yer,ikisi de bitişik idiler de, biz onları ayırdık. Her canlıyı da sudan yarattık. Halâ iman etmiyorlar mı?
{“Ve muhakkik bir hakîme, o kelime şöyle ifham eder ki: Bidâyet-i hilkatte semâ ve arz şekilsiz birer küme ve menfaatsiz birer yaş hamur, veledsiz, mahlûkatsız, toplu birer madde iken, Fâtır-ı Hakîm onları fetih ve bast edip güzel bir şekil, menfaattar birer suret, ziynetli ve kesretli mahlûkata menşe etmiştir anlar, vüs'at-i hikmetine karşı hayran olur. Yeni zamanın filozofuna şu kelime şöyle ifham eder ki: Manzume-i şemsiyeyi teşkil eden küremiz, sair seyyareler, bidâyette güneşle mümteziç olarak, açılmamış bir hamur şeklinde iken, Kadîr-i Kayyûm o hamuru açıp, o seyyareleri birer birer yerlerine yerleştirerek, güneşi orada bırakıp zeminimizi buraya getirerek, zemine toprak sererek, semâ canibinden yağmur yağdırarak, güneşten ziya serptirerek dünyayı şenlendirip bizleri içine koymuştur anlar, başını tabiat bataklığından çıkarır,
اَمَنْتُ بِاللهِ الْوَاحِدِالْاَحَد
der."(S., Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, İkinci Şua, Birinci Lem’a, s.392. Ayrıca bk. MN., Habbe, s.120; İİ., Seb’a Semavat, s.187)}
وَجَعَلْنَا فِى الْاَرْضِ رَوَاسِىَ اَنْ تَم۪يدَ بِهِمْ وَجَعَلْنَا ف۪يهَا فِجَاجًا سُبُلاً لَعَلَّهُمْ يَهْتَدُونَ﴿١٣﴾
31. Yerde, onları sarsmasın diye sabit dağlar kıldık (diktik). Onda geniş yollar kıldık (açtık). Umulur ki onlar, hidayete ererler.
وَجَعَلْنَا السَّمَٓاءَ سَقْفًا مَحْفُوظًاۚ وَهُمْ عَنْ اٰيَاتِهَا مُعْرِضُونَ﴿٢٣﴾
32. Göğü de korunmuş bir tavan kıldık(yaptık). Oysa onlar, onun (gökyüzünün) ayetlerinden yüz çeviriciler.
وَهُوَ الَّذ۪ى خَلَقَ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَۜ كُلٌّ ف۪ى فَلَكٍ يَسْبَحُونَ﴿٣٣﴾
33. O (Allah) ki, gece ile gündüzü ve güneşle ayı yarattı. Her biri bir mihverde (yörüngede) yüzüyorlar.
Yükleniyor...