وَلَا تَقْتُلُوا النَّفْسَ الَّت۪ى حَرَّمَ اللّٰهُ اِلَّا بِالْحَقِّۜ وَمَنْ قُتِلَ مَظْلُومًا فَقَدْ جَعَلْنَا لِوَلِيِّه۪ سُلْطَانًا فَلَا يُسْرِفْ فِى الْقَتْلِۜ اِنَّهُ كَانَ مَنْصُورًا﴿٣٣﴾

33. Allah’ın haram ettiği canı haksız yere öldürmeyin. Kim mazlum olarak öldürülürse, onun velisine (hakkını alması için) gerçekten bir yetki vermişizdir. Artık o da öldürmede (kısasta) ileri gitmesin. Çünkü o, yardıma mahzar olmuştur.

وَلَا تَقْرَبُوا مَالَ الْيَت۪يمِ اِلَّا بِالَّت۪ى هِىَ اَحْسَنُ حَتّٰى يَبْلُغَ اَشُدَّهُ۬ وَاَوْفُوا بِالْعَهْدِۚ اِنَّ الْعَهْدَ كَانَ مَسْؤُ۫لاً﴿٤٣﴾

34. Yetim malına, rüşdüne erişinceye kadar, ancak en güzel şeyle yaklaşın. Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.

وَاَوْفُوا الْكَيْلَ اِذَا كِلْتُمْ وَزِنُوا بِالْقِسْطَاسِ الْمُسْتَق۪يمِۜ ذٰلِكَ خَيْرٌ وَاَحْسَنُ تَاْو۪يلاً﴿٥٣﴾

35. Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam yapın, doğru terazi ile tartın. Bu, daha hayırlıdır ve sonuç itibarı ile daha güzeldir.

وَلَا تَقْفُ مَالَيْسَ لَكَ بِه۪ عِلْمٌۜ اِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ اُو۬لٰٓئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُ۫لاً﴿٦٣﴾

36. Bilgin olmayan şeyin arkasına düşme. Şüphesiz kulak, göz ve gönül, bunların hepsi (yaptığından) ondan sorumludur.

وَلَا تَمْشِ فِى الْاَرْضِ مَرَحًاۚ اِنَّكَ لَنْ تَخْرِقَ الْاَرْضَ وَلَنْ تَبْلُغَ الْجِبَالَ طُولاً﴿٧٣﴾

37. Yeryüzünde şımararak (böbürlenerek) yürüme. Şüphesiz sen yeri asla delemezsin ve yükseklikçe dağlara asla ulaşamazsın.

كُلُّ ذٰلِكَ كَانَ سَيِّئُهُ عِنْدَ رَبِّكَ مَكْرُوهًا﴿٨٣﴾

38. Bütün bu sayılanların (âyet 22’den buraya kadar anlatılan yirmi beş maddenin) kötüsü Rabbinin katında sevilmeyen şeylerdir.

قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُٓ اٰلِهَةٌ كَمَا يَقُولُونَ اِذًا لَابْتَغَوْا اِلٰى ذِى الْعَرْشِ سَب۪يلاً﴿٢٤﴾

42. De ki: “Eğer O’nunla beraber onların dediği gibi îlahlar olsa idi, o zaman mutlaka Arş’in sahibine bir yol ararlardı."

{“Yani: Eğer şeriki olsa ve başka parmaklar icada ve rububiyete karışsaydılar, intizam-ı kâinat bozulacaktı. Halbuki, küçücük sineğin kanadından ve gözbebeğindeki hücrecikten tut, tâ tayyare-i cevviye olan hadsiz kuşlara, tâ manzume-i şemsiyeye kadar herşeyde cüz'î-küllî, küçük ve büyük, en mükemmel bir intizam bulunması, şeksiz ve kat'î bir surette şeriklerin muhaliyetine ve mâdumiyetine delâlet ettiği gibi, Vâcibü'l-Vücudun mevcudiyetine ve vahdetine bilbedahe şehadet eder.” (Ş.,On Beşinci Şua, Birinci Makam, Üçüncü Kelime, s.600)}

سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَب۪يرًا﴿٣٤﴾

43. O, onların dediklerinden münezzehtir; onların dediklerinden büyük bir yücelikle yücedir.

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا﴿٤٤﴾

44. Yedi (kat) gökler, yer ve bunlarda bulunan herkes, O’nu tesbih eder. O’nu Hamdi ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ancak onların tesbihlerini anlamazsınız. Şüphesiz O, çok yumuşak, çok bağışlayıcıdır.

{“İşte şu âyet der ki: De: Eğer dediğiniz gibi mülkünde şeriki olsaydı, elbette Arş-ı Rububiyetine el uzatıp, müdahale eseri görünecek bir derecede bir intizamsızlık olacaktı. Halbuki, yedi tabaka semâvattan, tâ hurdebinî zîhayatlara kadar herbir mahlûk, küllî olsun, cüz'î olsun, küçük olsun, büyük olsun, mazhar olduğu bütün isimlerin cilve ve nakışları dilleriyle, o Esmâ-i Hüsnânın Müsemmâ-i Zülcelâlini tesbih edip şerik ve nazirden tenzih ediyorlar.’ Evet, nasıl ki semâ güneşler, yıldızlar denilen nurefşan kelimâtıyla, hikmet ve intizamıyla Onu takdis ediyor, vahdetine şehadet ediyor; ve cevv-i hava dahi bulutların sesiyle, berk ve raad ve katrelerin kelimâtıyla Onu tesbih ve takdis ve vahdâniyetine şehadet eder. Öyle de, zemin, hayvânat ve nebâtat ve mevcudat denilen hayattar kelimâtıyla Hâlık-ı Zülcelâlini tesbih ve tevhid etmekle beraber; herbir ağacı, yaprak ve çiçek ve meyvelerin kelimâtıyla yine tesbih edip birliğine şehadet eder. Öyle de, en küçük mahlûk, en cüz'î bir masnu, küçüklüğü ve cüz'iyetiyle beraber, taşıdığı nakışlar ve keyfiyetler işaretiyle pek çok esmâ-i külliyeyi göstermekle Müsemmâ-yı Zülcelâli tesbih edip vahdâniyetine şehadet eder.” (S., Yirmi Beşinci Söz, İkinci Şule, Onuncu Nükte-i Belâgat, s.429. Ayrıca bk. Ş., Üçüncü Şua, s.57)}

وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَن۪ٓى اٰدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِى الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلٰى كَث۪يرٍ مِمَّنْ خَلَقْنَا تَفْض۪يلاً﴿٠٧﴾

70. Andolsun, Âdemoğullarını (insanoğlunu) şerefli kıldık (eşrefi mahlukat). Onları karada ve denizde taşıdık; onlara temiz şeylerden rızk verdik ve onları yarattıklarımızdan birçoğunun üzerine gerçekten üstün kıldık.

{“Cenâb-ı Hak; kemâl-i kudretiyle, nasıl birtek şeyden çok şeyleri yapıyor, çok vazifeleri gördürüyor, bir sayfada bin kitabı yazıyor. Öyle de; insanı, pek çok envâ’ yerinde bir nev’-i câmi halketmiş. Yâni, bütün envâ-ı hayvânâtın muhtelif derecâtı kadar, birtek nevi olan insan ile o vezâifi gördürmek irade etmiş ki, insanların kuvâlarına ve hissiyatlarına fıtraten bir had bırakmamış, fıtrî bir kayıt koymamış, serbest bırakmış. Sair hayvânâtın kuvâları ve hissiyatları mahduttur, fıtrî bir kayıt altındadır. Halbuki insanın her kuvâsı, hadsiz bir mesafede cevelân eder gibi, gayr-ı mütenâhi cânibine gider. Çünkü insan, Hâlık-ı Kâinatın esmâsının nihayetsiz tecellîlerine bir ayna olduğu için, kuvâlarına nihayetsiz bir istidat verilmiş. Meselâ insan, hırs ile, bütün dünya ona verilse

هَلْ مِنْ مَزِيدٍ

diyecek. Hem, hodgâmlığiyle, kendi menfaatine binler adamın zararını kabûl eder. Ve hâkezâ...” (M., Yirmi Altıncı Mektub, Dördüncü Mebhas, Üçüncü Mes’ele, s.331. Ayrıca bk. Ş., On Beşinci Şua, s.638)}


يَوْمَ نَدْعُوا كُلَّ اُنَاسٍ بِاِمَامِهِمْۚ فَمَنْ اُو۫تِىَ كِتَابَهُ بِيَم۪ينِه۪ فَاُو۬لٰٓئِكَ يَقْرَؤُ۫نَ كِتَابَهُمْ وَلَا يُظْلَمُونَ فَت۪يلاً﴿١٧﴾

71. Hatırla o günü ki, bütün insanları önderleri ile çağıracağız. Artık kime kitabı sağından verilirse, işte onlar, kitaplarını okurlar ve hurma çekirdeğinin ipliği kadar haksızlığa uğratılmazlar.

Yükleniyor...