اِلَّا مَنِ اسْتَرَقَ السَّمْعَ فَاَتْبَعَهُ شِهَابٌ مُب۪ينٌ﴿٨١﴾

18. Ancak kulak hırsızlığı eden müstesnadır ki, hemen onu apaçık bir ateş parçası / topu izler.

{“İşte bu recm-i şeyâtîn için atılan şahabların üç manası olabilir:"

"Birincisi: Kanun-u mübareze, en geniş dairede dahi cereyan ettiğine remz ve alâmettir."

"İkincisi: Semavatta hüşyar nöbettarlar, muti’ sekeneler var. Arzlı şerirlerin ihtilatından ve istima’larından hoşlanmayan cünudullah bulunduğuna ilân ve işarettir."

"Üçüncüsü: Müzahrefat-ı arziyenin mümessilât-ı habiseleri olan casus şeytanları, temiz ve temizlerin meskeni olan semayı telvis etmemek ve nüfus-u habise hesabına tecessüs ettirmemek için, edebsiz casusları korkutmak için atılan mancınıklar ve işaret fişekleri misillü, o şeytanları ebvab-ı semadan o şahablarla red ve tarddır.” (S., On Beşinci Söz, Yedinci Basamak, s.182. Ayrıca bk. Rahman Sûresi 33.âyet ve Mülk Sûresi 5.âyet açıklamaları, s.114 ve 124; L., Yirmi Sekizinci Lem’a, s.280)}


وَالْاَرْضَ مَدَدْنَاهَا وَاَلْقَيْنَا ف۪يهَا رَوَاسِىَ وَاَنْبَتْنَا ف۪يهَا مِنْ كُلِّ شَىْءٍ مَوْزُونٍ﴿٩١﴾

19. Yeri de döşedik, ona sabit dağlar attık ve onda ölçülü her şeyden bitirdik.

{“Dağların külli vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır. Meselâ, dağların zeminden emr-i Rabbânî ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılâbat-ı dahiliyeden neş’et eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek, zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlerini bozmuyor.” (Ş., Yedinci Şua, Birinci Makam, Beşinci Mertebe, s.113)}

وَجَعَلْنَالَكُمْ ف۪يهَا مَعَايِشَ وَمَنْ لَسْتُمْ لَهُ بِرَازِق۪ينَ﴿٠٢﴾

20. Orada sizin için ve rızklarını vermediğiniz kimseler için geçimlikler yarattık.

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُۘ وَمَا نُنَزِّلُهُٓ اِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ﴿١٢﴾

21. Hiçbir şey yoktur ki, onun hazineleri / depoları yanımızda olmasın. Fakat Biz onu ancak belli miktarla indiririz.

{“ İşte, cesed-i hayvânînin hüceyrâtından ve kandaki küreyvât-ı hamrâ ve beyzâdan ve zerrâtın tahavvülâtından ve cihazat-ı bedeniyenin tenasübünden tut, tâ denizlerin vâridat ve masarifine, tâ zemin altındaki çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına, tâ hayvânat ve nebâtâtın tevellüdat ve vefiyatlarına, tâ güz ve baharın tahribat ve tamiratlarına, tâ unsurların ve yıldızların hidemat ve harekâtlarına, tâ mevt ve hayatın, ziya ve zulmetin ve hararet ve burudetin değişmelerine ve döğüşmelerine ve çarpışmalarına kadar, o derece hassas bir mizanla ve o kadar ince bir ölçüyle tanzim edilir ve tartılır ki, akl-ı beşer hiçbir yerde hakikî olarak hiçbir israf, hiçbir abes görmediği gibi, hikmet-i insaniye dahi herşeyde en mükemmel bir intizam, en güzel bir mevzuniyet görüyor ve gösteriyor. Belki, hikmet-i insaniye, o intizam ve mevzuniyetin bir tezahürüdür, bir tercümanıdır.” (L., Otuzuncu Lem’a, İkinci Nükte, s.308. Ayrıca bk. S., Yirmi İkinci Söz; Yirmi Altıncı Söz; Otuz Üçüncü Söz, On Dördüncü ve Yirminci Pencere, s.298, 463, 663 ve 670; L., Otuzuncu Lem’a, s.340; MN., Lem’alar, s.10; NİK., On Dördüncü Ders, s.107)}

وَاَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَسْقَيْنَاكُمُوهُۚ وَمَٓا اَنْتُمْ لَهُ بِخَازِن۪ينَ﴿٢٢﴾

22. Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik; gökten de su indirdik; onu size içiriyoruz. Hâlbuki siz onu depolayanlar değilsiniz (depolayamazdınız).

{“Şimdi rüzgârlara bak ki: Sair hakîmâne, kerîmâne faydalarının ve vazifelerinin şehadetiyle, gayet mühim ve kesretli vazifelere koşuyorlar. Demek o dalgalanmak, bir Sâni-i Hakîm tarafından bir tavziftir, bir tasriftir, bir kullanmaktır. Dalgalanmaları ise, emr-i Rabbânînin çabuk yerine getirilmesine sür’atle çalışmaktır.”(S., Otuz Üçüncü Söz, Yirminci Pencere, s.670)

“...ve rüzgârları, nebatat ve hayvanatın teneffüs ve telkihlerine hizmet gibi vazâif-i azîme ile tavzif edip tedbir ve teneffüse Sâlih vaziyete getirmek için tahrik ve idaresindeki tecelli-i rahmet ve hikmet;...” (S., Yirmi Beşinci Söz, İkinci Şule, İkinci Nuru, s.417)}


وَاِنَّا لَنَحْنُ نُحْي۪ى وَنُم۪يتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ﴿٣٢﴾

23. Şüphesiz biz, gerçekten biz diriltir ve öldürürüz. Her şeye mirasçı olacak da biziz.

وَلَقَدْ عَلِمْنَا الْمُسْتَقْدِم۪ينَ مِنْكُمْ وَلَقَدْ عَلِمْنَا الْمُسْتَاْخِر۪ينَ﴿٤٢﴾

24. Andolsun, gerçekten içinizden öne geçenleri de bilmiş durumdayız, geri kalanları da bilmiş durumdayız.

وَمَا خَلَقْنَا السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَٓا اِلَّا بِالْحَقِّۜ وَاِنَّ السَّاعَةَ لَاٰتِيَةٌ فَاصْفَحِ الصَّفْحَ الْجَم۪يلَ﴿٥٨﴾

85. Gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki şeyleri ancak hak ile yarattık. Kıyamet muhakkak gelecektir. Onlardan güzelce yüz çevir.

{“Evet, kâinat saadet-i ebediyeyi intaç etmese, akılları hayrette bırakan kâinatta görünen en bâriz, en mükemmel şu nizam, aldatıcı zayıf bir suretten ibaret kalır. Ve bütün mâneviyat ve alâkalar, rabıtalar ve nispetler hep hebâ olur. Öyle ise o nizamın nizam olması, ancak ve ancak saadet-i ebediyeyi intac etmekle olur. Yani o nizamdaki maneviyat ve nükteler, ancak âlem-i âhirette sünbüllenecektir. Yoksa bütün maneviyat söner, rabıtalar kesilir, nisbetler darmadağınık olur, nizam da berheva olur. Halbuki o nizamda bulunan kuvvet, bütün kuvvetiyle o nizamın berheva edilmeyeceğini ilân ediyor.” (İİ., Delâil-i Haşr, Birinci Bürhan, s.53)}

اِنَّ رَبَّكَ هُوَ الْخَلَّا قُ الْعَل۪يمُ﴿٦٨﴾

86. Şüphesiz Rabbin, O, her şeyi yaratan, her şeyi bilendir.

وَلَقَدْ اٰتَيْنَاكَ سَبْعًا مِنَ الْمَثَان۪ى وَالْقُرْاٰنَ الْعَظ۪يمَ﴿٧٨﴾

87. Andolsun, sana yedi tekrarlanan (âyet)i (Fatiha’yı) ve Kur’an-ı Azim’i verdik.

{“Şu cümle Kur’an-ı Azîmüşşan’ı ve Fatiha Suresi’ni müsenna senasıyla ifade ettiği gibi, Kur’anın müsenna vasfına lâyık bir bürhanı ve altı erkân-ı îmâniye ile beraber hakikat-ı İslâmiyet olan yedi esası, Kur’anın seb’a-i meşhuresini parlak bir surette isbat eden ve

سَبْعَالْمَثانى

nuruna mazhar bir âyinesi olan Risale-i Nur’a cifirce dahi işaret eder.

اَتَيْناكَ سَبْعاًمِنَ الْمَثانَى

makam-ı ebcedîsi binüçyüz otuzbeş (1335) adediyle Risale-in Nur’un Fatihası olan İşarat-ül İ’caz tefsirinin Fatiha Suresiyle Elbakara Suresi’nin başına ait kısmı basmakla intişar tarihi olan bin üçyüz otuzbeş veya altıya tevafukla remzî bir perdeden ona baktığına bir emaredir. (Ş., Birinci Şua, Dördüncü Âyet-i Meşhure, s.693)}


فَوَرَبِّكَ لَنَسْئَلَنَّهُمْ اَجْمَع۪ينَۙ﴿٢٩﴾

عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ﴿٣٩﴾

92, 93. Rabbine andolsun ki, onların hepsine, yaptıkları şeyleri soracağız.

فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَاَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِك۪ينَ﴿٤٩﴾

94. Emrolunduğun şeyle başlarını ağrıt (onu açıkla, tebliğ et). Müşriklerden (ortak koşanlardan) yüz çevir.

{“İşte, ekseriyetle üslûb-u Kur’anın geçen tarzlarda ulvî ve parlak olduğundandır ki, bazen bir bedevî Arap, birtek kelâma meftun olur, Müslüman olmadan secdeye giderdi. Bir bedevî

فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ

kelâmını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: ‘Müslüman mı oldun?’ ‘Yok’ dedi, ‘ben şu kelâmın belâgatına secde ediyoum.’ ” (S., Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şua, Üçüncü Nokta, s.378. Ayrıca bk. Ş., Yedinci Şua, Birinci Makamın On Yedinci Mertebesi, s.134)}


اِنَّا كَفَيْنَاكَ الْمُسْتَهْزِئ۪ينَۙ﴿٥٩﴾

95. (Seninle) alay edenlere karşı gerçekten biz sana yeteriz.

اَلَّذ۪ينَ يَجْعَلُونَ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهًا اٰخَرَۚ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ﴿٦٩﴾

96. Onlar ki, Allahla beraber başka bir İlah kılıyorlar; (kimin doğru olduğunu) ileride bilecekler.

وَلَقَدْ نَعْلَمُ اَنَّكَ يَض۪يقُ صَدْرُكَ بِمَا يَقُولُونَۙ﴿٧٩﴾

97. Andolsun, onların dedikleri şeyler yüzünden göğsünün daraldığını biliyoruz.


Yükleniyor...