اِنّ۪ى تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّٰهِ رَبّ۪ى وَرَبِّكُمْۜ مَامِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَاۜ اِنَّ رَبّ۪ى عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ﴿٦٥﴾

56. “Şüphesiz ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Hiçbir canlı yoktur ki O, onların perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim doğru yoldadır.

{“ İsm-i Kayyûmun bir cilve-i âzamına işaret eden

...مامِنْ دَابَّةٍ الَّا هُوَاَخِذٌبِناصِيَتِهاَ *...

gibi âyetlerin işaret ettiği hakikat-i âzamın bir veçhi şudur ki: Şu kâinattaki ecrâm-ı semâviyenin kıyamları, devamları, bekaları, sırr-ı kayyûmiyetle bağlıdır. Eğer o cilve-i kayyûmiyet bir dakikada yüzünü çevirse, bir kısmı küre-i arzdan bin defa büyük milyonlarla küreler, feza-yı gayr-ı mütenâhi boşluğunda dağılacak, birbirine çarpacak, ademe dökülecekler. Nasılki meselâ: Havada -tayyareler yerinde- binler muhteşem kasırları kemal-i intizamla durdurup seyahat ettiren bir zâtın kayyumiyet iktidarı, o havadaki sarayların sebat ve nizam ve devamları ile ölçülür.. öyle de: O Zât-ı Kayyum-u Zülcelal’in madde-i esîriye içinde hadsiz ecram-ı semaviyeye nihayet derecede intizam ve mizan içinde sırr-ı kayyumiyetle bir kıyam, bir beka, bir devam vererek, bazısı Küre-i Arz’dan bin ve bir kısmı bir milyon defa büyük milyonlarla azîm küreleri direksiz, istinadsız, boşlukta durdurmakla beraber, her birini bir vazifeyle tavzif edip gayet muhteşem bir ordu şeklinde, emr-i kün feyekûn’dan gelen fermanlara kemâl-i inkıyadla itaat ettirmesi, ism-i Kayyûmun âzamî cilvesine bir ölçü olduğu gibi, her bir mevcudun zerreleri dahi, yıldızlar gibi, sırr-ı kayyûmiyetle kaim ve o sırla beka ve devam ediyorlar.” (L., Otuzuncu Lem’a, Altıncı Nükte, İkinci Şua, s.344. Ayrıca bk. S., Yirmi İkinci Söz ve Otuz Üçüncü Söz, On Dördüncü Pencere, s.295, 663; Ş., On Beşinci Şua, s.638; MN., Lem’alar, s.10; NİK., On Dördüncü Ders, s.107)}


وَكَذٰلِكَ اَخْذُ رَبِّكَ اِذَٓا اَخَذَ الْقُرٰى وَهِىَ ظَالِمَةٌۜ اِنَّ اَخْذَهُٓ اَل۪يمٌ شَد۪يدٌ﴿٢٠١﴾

102. Rabbinin zalim kentleri (onların halkını) yakaladığı zaman, yakalaması işte böyle (şiddetli)dir. Şüphesiz O’nun yakalaması acıklıdır, çok çetindir.

اِنَّ ف۪ى ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِمَنْ خَافَ عَذَابَ اْلاٰخِرَةِۜ ذٰلِكَ يَوْمٌمَجْمُوعٌۙ لَهُ النَّاسُ وَذٰلِكَ يَوْمٌ مَشْهُودٌ﴿٣٠١﴾

103. Şüphesiz bunda, ahiret azabından korkan için elbette bir ibret vardır. O, (bütün) insanların kendisi için toplanmış olduğu bir gündür. O, (bütün mahlukatın) hazır olduğu bir gündür.

وَمَا نُؤَخِّرُهُٓ اِلَّا لِاَجَلٍ مَعْدُودٍۜ﴿٤٠١﴾

104. Biz onu (kıyamet gününü), ancak sayılı bir süre için erteliyoruz.

{“Eğer dünyanın ecel-i fıtrîsinden evvel, irade-i ezeliyenin izniyle haricî bir maraz veya Muharrib bir hadise başına gelmezse ve onun Sâni-i Hakîmi dahi ecel-i fıtrîden evvel onu bozmazsa, herhalde, hattâ fennî bir hesap ile, bir gün gelecek ki:

إذَالشَّمْسُ كُوِّرَتْ * وَإذَ النُّجُومُ انْكَدَرَتْ *...

mânâları ve sırları, Kadîr-i Ezelînin izniyle tezahür edip, o dünya olan büyük insan sekerâta başlayıp, acip bir hırıltıyla ve müthiş bir savtla fezayı çınlatıp dolduracak, bağırıp ölecek, sonra emr-i İlâhî ile dirilecektir.”(S., Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksad, Dördüncü Esas, s.529)}


يَوْمَ يَاْتِ لَا تَكَلَّمُ نَفْسٌ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۚ فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَسَع۪يدٌ﴿٥٠١﴾

105. O gün, hiçbir nefis O’nun (Allah’ın) izni olmadan konuşmaz (şefaat edemez). Onlardan kimi şaki (bedbaht), kimi ise said (mutlu)dur.

فَاَمَّا الَّذ۪ينَ شَقُوا فَفِى النَّارِ لَهُمْ ف۪يهَا زَف۪يرٌ وَشَه۪يقٌۙ﴿٦٠١﴾

106. Şakilere gelince, onlar ateşteler. Onların orada (çok feci) bir soluk verme ve soluk almaları vardır ki!

خَالِد۪ينَ ف۪يهَا مَا دَامَتِ السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُ اِلَّا مَا شَٓاءَ رَبُّكَۜ اِنَّ رَبَّكَ فَعَّالٌ لِمَا يُر۪يدُ﴿٧٠١﴾

107. Orada gökler ve yer durdukça ebedi kalacaklardır. Ancak Rabbinin dilediği şey müstesna. Şüphesiz Rabbin, dilediğini hakkıyle yapandır.

وَاَمَّا الَّذ۪ينَ سُعِدُوا فَفِى الْجَنَّةِ خَالِد۪ينَ ف۪يهَا مَا دَامَتِ السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُ اِلَّا مَا شَٓاءَ رَبُّكَۜ عَطَٓاءً غَيْرَ مَجْذُوذٍ﴿٨٠١﴾

108. Mutlulara gelince, onlar da cennettedirler. Gökler ve yer durdukça orada ebedi kalacaklar. Ancak Rabbinin dilediği şey müstesna. Bu (nimetler) de kesintisiz bir lütuftur.

{“Birinci Şua’da iki-üç âyetin işârâtında, Risalet-ün Nur’un sadık talebeleri imanla kabre gireceklerine ve ehl-i Cennet olacaklarına dair kudsî bir müjde ve kuvvetli bir beşaret bulunduğu gösterilmiştir. Fakat bu pek büyük mes’eleye ve çok kıymetdar işarete tam kuvvet verecek bir delil ister diye beklerdim. Çoktan beri muntazırdım. Lillahilhamd iki emare birden kalbime geldi:"

"Birinci Emare: İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selbedilmeyeceğine ehl-i keşf ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şübheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin îmanı zevalden mahfuz kalıyor.(...)"

"İkinci Emare: Risalet-ün Nur’un sadık şakirdleri, hüsn-ü akibetlerine ve iman-ı kâmil kazanmalarına o derece kesretli ve makbul ve samimî dualar oluyor ki, o duaların içinde hiçbiri kabul olmamasına akıl imkân veremiyor."

"Ezcümle: Risalet-ün Nur’un bir hâdimi ve bir tek şakirdi, yirmidört saatte, Risalet-ün Nur talebelerinin hüsn-ü akibetlerine ve saadet-i ebediyeye mazhar olmalarına, yüz defa Risalet-ün Nur talebelerine ettiği duaları içinde hiç olmazsa yirmi-otuz defa selâmet-i imanlarına ve hususî hüsn-ü akibetlerine ve imanla kabre girmelerine aynı duayı en ziyade kabule medar olan şerâit içinde ediyor. Hem Risalet-ün Nur’un talebeleri bu zamanda her cihetten ziyade hücuma maruz iman hususunda birbirine selâmet-i iman hakkındaki samimî, masum lisanlarıyla dualarının yekûnü öyle bir kuvvettedir ki, rahmet ve hikmet onun reddine müsaade etmezler. Faraza mecmuu itibariyle reddedilse, tek bir tane onların içinde kabul olunsa, yine her biri selâmet-i iman ile kabre gireceğine kâfi geliyor. Çünki herbir dua umuma bakıyor.” (KL., Birinci Mes’ele, s.18. Ayrıca bk. Ş., Birinci Şua, s.716; STG., Sekizinci Lem’a, s.162)}


وَلَقَدْ اٰتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ فَاخْتُلِفَ ف۪يهِۜ وَلَوْلَا كَلِمَةٌسَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ لَقُضِىَ بَيْنَهُمْۜ وَاِنَّهُمْ لَف۪ى شَكٍّ مِنْهُ مُر۪يبٍ﴿٠١١﴾

110. Andolsun, biz Musa’ya Kitabı verdik de onda ihtilâf edildi. Eğer Rabbinden bir kelime geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm verilmiş (işleri bitirilmiş) olurdu. Şüphesiz onlar (Mekkeliler), bundan kuşkuya düşüren bir şüphe içindeler.

وَاِنَّ كُلاًّ لَمَّا لَيُوَفِّيَنَّهُمْ رَبُّكَ اَعْمَالَهُمْۜ اِنَّهُ بِمَا يَعْمَلُونَخَب۪يرٌ﴿١١١﴾

111. Şüphesiz Rabbin, her birine amellerini mutlaka eksiksiz verecektir. Çünkü Rabbin, onların yaptıklarından haberdardır.


Yükleniyor...