اِنَّ فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ لَاٰيَاتٍ لِلْمُؤْمِن۪ينَ﴿٣﴾

Gerçekten, göklerde ve yerde, inananlar için elbette deliller vardır.

{“İşte bütün rûy-i zeminde gayet kıymettarlık ile beraber hadsiz ucuzluk; ve hadsiz ucuzluk içinde hadsiz ihtilât ve karışıklık ile beraber hadsiz imtiyaz ve tefrik; ve hadsiz imtiyaz ve tefrik içinde gayet uzaklık ile beraber son derecede muvafakat ve benzeyiş; ve son derece benzemek içinde gayet derecede sühulet ve kolaylık ile beraber gayet derecede ihtimamkârane yapılış; ve gayet derecede güzel yapılış içerisinde sür’at-i mutlaka ve çabuklukla beraber gayet derecede mevzun ve mizanlı ve israfsızlık; ve gayet derecede israfsızlık içinde son derece çokluk ve kesret ile beraber son derecede hüsn-ü san’at; ve son derece hüsn-ü san’at içinde nihayet derecede sehavet ile beraber intizam-ı mutlak.. elbette gündüz ışığı, ışık güneşi gösterdiği gibi; bir Kadîr-i Zülcelâl’in, bir Hakîm-i Zülkemâl’in, bir Rahîm-i Zülcemâl’in vücub-u vücuduna ve kemal-i kudretine ve cemâl-i Rubûbiyetine ve Vahdâniyetine ve Ehadiyyetine şehadet ederler.

لَهُ ا ْلَاسْمَآءُ الْحُسْنَى

sırrını gösterirler.” (S., Otuz Üçüncü Söz, On Yedinci Pencere, s.666)}


وَف۪ى خَلْقِكُمْ وَمَا يَبُثُّ مِنْ دَٓابَّةٍ اٰيَاتٌ لِقَوْمٍ يُوقِنُونَۜ﴿٤﴾

Sizin ve yeryüzünde yaydığı hayvanların yaratılışında da, kesin inanan bir toplum için deliller vardır.

{“Görüyoruz ki: Eşya, hususan zîhayat olanlar, def’î gibi âni bir zamanda vücuda gelir. Halbuki def’î ve âni bir surette basit bir maddeden çıkan şeyler, gayet basit, şekilsiz, san’atsız olması lâzım gelirken; çok meharete muhtaç bir hüsn-ü san’atta, çok zamana muhtaç ihtimamkârane nakışlarla münakkaş, çok âlâta muhtaç acib san’atlarla müzeyyen, çok maddelere muhtaç bir surette halk olunuyorlar. İşte bu def’î ve âni bir surette bu hârika san’at ve güzel heyet, herbiri bir Sâni’-i Hakîm’in vücub-u vücuduna şehadet ve vahdet-i rububiyetine işaret ettikleri gibi mecmuu gayet parlak bir tarzda nihayetsiz Kadîr, nihayetsiz Hakîm bir Vâcib-ül-Vücud’u gösterir.” (S., Otuz Üçüncü Söz, Beşinci Pencere, s.656)}

وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ رِزْقٍ فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَتَصْر۪يفِ الرِّيَاحِ اٰيَاتٌ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَۙ﴿٥﴾

Gece ile gündüzün art arda gelmesinde, Allah’ın gökten indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda ve rüzgârları çevirmesinde, akıllarını çalıştıran bir toplum için ibretler vardır.

{“İşte Cenab-ı Hakk’ın kemâl-i kudretini ve azamet-i Rubûbiyetini gösteren ve vahdâniyetine şehadet eden semavat ve arzın hilkatindeki tecelli-i saltanat-ı uluhiyet; ve gece gündüzün ihtilafındaki tecelli-i Rubûbiyet; ve hayat-ı içtimaiye-i insana en büyük bir vasıta olan gemiyi denizde teshir ile tecelli-i rahmet; ve semadan âb-ı hayatı ölmüş zemine gönderip zemini yüzbin taifeleriyle ihya edip bir mahşer-i acaib suretine getirmekteki tecelli-i azamet-i kudret; ve zeminde hadsiz muhtelif hayvanatı basit bir topraktan halketmekteki tecelli-i rahmet ve kudret; ve rüzgârları, nebatat ve hayvanatın teneffüs ve telkîhlerine hizmet gibi vezâif-i azîme ile tavzif edip tedbir ve teneffüse sâlih vaziyete getirmek için tahrik ve idaresindeki tecelli-i rahmet ve hikmet; ve zemin ve âsuman ortasında vasıta-i rahmet olan bulutları bir mahşer-i acâib gibi muallakta toplayıp dağıtmak, bir ordu gibi istirahat ettirip vazife başına davet etmek gibi teshirindeki tecelli-i Rubûbiyet gibi mensucat-ı san’atı tadât ettikten sonra aklı, onların hakaikına ve tafsiline sevkedip tefekkür ettirmek için

لَاَيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُون

der. Onunla ukulü ikaz için akla havale eder.” (S., Yirmi Beşinci Söz, İkinci Şule, İkinci Nükte-i Belâgat, s.417)}


تِلْكَ اٰيَاتُ اللّٰهِ نَتْلُوهَا عَلَيْكَ بِالْحَقِّۚ فَبِاَىِّ حَد۪يثٍ بَعْدَ اللّٰهِ وَاٰيَاتِه۪ يُؤْمِنُونَ﴿٦﴾

İşte bunlar, Allah’ın âyetleridir; onları sana hak ile okuyoruz. Allah’tan ve (O’nun) âyetlerinden sonra, hangi söze inanacaklar?

اَفَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ وَاَضَلَّهُ اللّٰهُ عَلٰى عِلْمٍ وَخَتَمَ عَلٰى سَمْعِه۪ وَقَلْبِه۪ وَجَعَلَ عَلٰى بَصَرِه۪ غِشَاوَةًۜ فَمَنْ يَهْد۪يهِ مِنْ بَعْدِ اللّٰهِۜ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ﴿٣٢﴾

23. Keyfini tanrısı edineni gördün mü? Allah onu bilerek şaşırttı, kulağının ve kalbinin üzerine mühür vurdu; gözünün üzerine de perde çekti. Artık ona, Allah’tan başka kim hidâyet eder? Öğüt almıyor musunuz?

وَقَالُوا مَا هِىَ اِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا نَمُوتُ وَنَحْيَا وَمَا يُهْلِكُنَٓا اِلَّا الدَّهْرُۚ وَمَا لَهُمْ بِذٰلِكَ مِنْ عِلْمٍۚ اِنْ هُمْ اِلَّا يَظُنُّونَ﴿٤٢﴾

24. “Hayat, ancak dünya hayatımızdan ibarettir. Ölürüz, diriliriz. Bizi ancak zaman helâk eder!” dediler. Onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zannediyorlar.

{“Onuncu Sözün Dördüncü Hakikatında isbat edildiği gibi; ebedî, sermedî, misilsiz bir cemâl elbette âyinedar müştakının ebediyetini ve bekasını ister. Hem kusursuz, ebedî bir kemal-i san’at, mütefekkir dellâlının devamını taleb eder. Hem nihayetsiz bir rahmet ve ihsan, muhtaç müteşekkirlerinin devam-ı tena’umlarını iktiza eder. İşte o âyinedar müştak, o dellâl mütefekkir, o muhtaç müteşekkir; en başta ruh-u insanîdir. Öyle ise, ebed-ül âbâd yolunda; o cemal, o kemal, o rahmete refakat edecek, bâkî kalacaktır. Yine Onuncu Sözün Altıncı Hakikatında isbat edildiği gibi; değil ruh-u beşer, hatta en basit tabakat-ı mevcudat dahi, fena için yaratılmamışlar; bir nevi bekaya mahzardırlar. Hattâ, ruhsuz, ehemmiyetsiz bir çiçek dahi, vücud-u zahiriden gitse, bin vecihle bir nevi bekaya mahzardırlar. ” (S., Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksad, Birinci Esas, s.516. Ayrıca bk. S., Onuncu Söz, Dördüncü ve Altıncı Hakikatler, s.67)}

وَاِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ مَاكَانَ حُجَّتَهُمْ اِلَّا ٓ اَنْ قَالُوا اءْتُوا بِاٰبَٓائِنَٓا اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ﴿٥٢﴾

25. Onlara âyetlerimiz apaçık okunduğu zaman delilleri, sadece: “Eğer doğru söylüyorsanız bize atalarımızı getirin!” demeleri oldu.

قُلِ اللّٰهُ يُحْي۪يكُمْ ثُمَّ يُم۪يتُكُمْ ثُمَّ يَجْمَعُكُمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ لَارَيْبَ ف۪يهِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَايَعْلَمُونَ۟﴿٦٢﴾

26. De ki: “Sizi Allah diriltir, sonra da öldürür. Sonra da sizi, onda şüphe olmayan Kıyâmet gününde toplar. Ancak insanların çoğu bilmezler.

وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ يَوْمَئِذٍ يَخْسَرُ الْمُبْطِلُونَ﴿٧٢﴾

27. Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Kıyamet koptuğu günde, o gün batılcılar ziyan ederler.

{(bk. Şura Sûresi 49. âyet açıklaması, s.97)}

فَلِلّٰهِ الْحَمْدُ رَبِّ السَّمٰوَاتِ وَرَبِّ الْاَرْضِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ﴿٦٣﴾

36. Hamd; göklerin Rabbi, yerin Rabbi ve âlemlerin Rabbi Allah’ındır.

{

لَهُ الْحَمْدُ

Yâni: ‘Bütün mevcudatta sebeb-i medh ü sena olan kemalât onundur. Öyle ise, hamd dahi O’na aittir. Ezelden ebede kadar her kimden her kime karşı gelen ve gelecek medh ü sena, O’na aittir...

“Hem hiç mümkünmüdür ki: Hadsiz enva-ı ni’metiyle kendini zîşuurlara sevdirsin; ve hadsiz mu’cizat-ı san’atıyla kendini onlara tanıttırsın; sonra onların şükür ve ibadetlerini, hamd ve muhabbetlerini, marifet ve minnetdarlıklarını esbaba ve tabiata terkedip ehemmiyet vermesin; hikmet-i mutlakasını inkâr ettirsin; saltanat-ı rububiyetini hiçe indirsin! Yüzbin def’a hâşâ ve kellâ!...” (M., Yirminci Mektub İkinci Makam Beşinci Kelime, s.236, 237. Ayrıca bk. M., Yirminci Mektub, Birinci Makam, Beşinci kelime, s.225)}


وَلَهُ الْكِبْرِيَٓاءُ فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ۬ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ﴿٧٣﴾

37. Göklerde ve yerde büyüklük, yalnız O’nundur. O mutlak galip, hikmet sahibidir.


Yükleniyor...