فَمُر۪يد۪ى
den murad odur. Çünki
دَعَان۪ى بِغَرْبٍ
ebced hesabıyla bin üçyüz otuzdokuz (1339) eder. O zaman memleketime nisbeten garb sayılan İstanbul'da idim.
دَعَان۪ى بِغَرْبٍ
makam-ı ebcedîsi zaman-ı istimdadıma tevafuk ediyor. Hesabda
اِذَا
lafzı dâhil olmaz. Çünki
اِذَا
zamanı gösteriyor,
دَعَان۪ى بِغَرْبٍ
cümlesi o mübhem zamanı tayin ediyor.
Hem ezcümle, "Mecmuat-ül Ahzab"ın ikinci cildinin 379'uncu sahifesinde Hazret-i Gavs'ın "Vird-ül İşâ" namındaki münacatında şu fıkra var:
فَالْوَاصِلُ
{(Haşiye):
فَالْوَاصِلُ
kelimesi müteaddî olmak cihetiyle, Sözleriyle selâmete îsal edici demektir.}
اِلٰى سَاحِلِ السَّلَامَةِ هُوَ السَّع۪يدُ الْمُقَرَّبُ
{(Haşiye-1):
اَلْمُقَرَّبُ
müşedded râ bir sayılsa, Üstadımızın lakabı olan "En-Nursî" kelimesinin aynıdır. Yalnız atf için "vav" var. Tam tevafukla, mukarrebden murad Nurslu olduğunu gösteriyor.
اَلْمُقَرَّبُ
de şeddeli râ iki sayılsa "Bedîüzzaman Nursî" ya-i muhaffefle aynıdır. Yalnız iki fark var. İki hemze-i vasl sayılsa, tam tamına tevafukla
اَلْمُقَرَّبُ
doğrudan doğruya ona işaret ediyor. Şamlı Tevfik, Süleyman, Ali}
وَ ذُو الْهَلَاكِ هُوَ الشَّقِىُّ الْمُبَعَّدُ وَ الْمُعَذَّبُ
İşte Gavs'ın şu fıkrası,
فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَ سَع۪يدٌ
âyetinin bir nevi tefsiridir. Şu küllî âyetin bir kısım efradını, altıncı asır ve ondördüncü asırda âyetin külliyetinde dâhil bir kısım efrad-ı mahsusayı irae ettiğine müteaddid emareler var. Âyetin külliyetinde
Yükleniyor...