İşte o zerrattan herbir zerreye bir nazar-ı hikmetle baksan göreceksin ki; kör ittifak, kör tesadüf hiç ona karışamaz. Herbiri hangi tavra girmiş ise, kavânin-i muayyenesiyle gûya ihtiyaren amel ediyor. Hangi tabakaya sefer etmiş ise, öyle muntazam ayak atıyor ki, bilbedahe bir Sâik'in emriyle gidiyor.
İşte böyle tavırdan tavıra, tabakadan tabakaya gitgide hedef-i maksadından ayrılmayarak, makam-ı layıkına girer oturur. İşte bu hal gösteriyor ki; evvelen o zerreler muayyendiler, muvazzafdılar. O makamlar için namzed idiler. İşte şu neş'e-i ûlayı gören, neş'e-i uhrayı istib'ad ile istinkâr etmemek gerektir.
Meselâ, bir taburun askerleri istirahat izniyle dağılıp boru ile çağrılsa birden tabur bayrağı altında toplanmaları, yeniden bir taburu teşkil etmekten çok ve çok esheldir. Bir vücûdda imtizac ile ünsiyet ve münasebet peyda eden zerrât, Sûr-u İsrafil ile Hâlıkının emrine lebbeykzen olmaları aklen birinci îcaddan daha sehil, daha mümkündür. Hem nüveler hükmünde olan ecza-i asliye, ikinci neş'e için bir esas-ı kâfidir.
İKİNCİ KIYASIN HÜLÂSASI
Şu âlemde çok görüyoruz ki; zâlim, fâcir, gaddar gayet refah ve rahat ile ömür geçiriyor. Halbuki, görüyoruz ki; mazlum, fakir, mütedeyyin, hüsn-ü hulk sâhibi, zahmet ve zillet ve mazlumiyette hayatını geçiriyor. Sonra mevt gelir, ikisini müsâvî kılar. Eğer şu müsâvât, nihayetsiz ise zulüm görünür. Halbuki, zulümden tenezzühü kâinatın şehâdetiyle sabit
Yükleniyor...