Tenbih:
فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ
Nazarını âleme gezdir. Hangi yerinde noksaniyeti görebilirsin? Kellâ!.. Gören görmez. Meğer kör ola veya kasr-ı nazar illetiyle mübtela ola.
İstersen Kur'ân'a müracaat et. Delil-i inâyeti vücuh-u mümkinenin en ekmel vechiyle bulacaksın. Zîrâ Kur'ân, kâinatta tefekküre emir verdiği gibi, fevaidi tezkâr ve ni'metleri ta'dad eder. İşte o âyât, şu bürhan-ı inâyete mazahirdir. İcmali budur, tut! Tafsili ise: Eğer meşiet-i İlahiye taalluk ederse, âyât-ı âfâkiye ve enfüsiyeyi tefsir tarîkinde sema ve beşer ve arzın ilimlerine ma'kud olan kütüb-ü selâsede tefsir edilecektir. O vakit şu bürhan tamam-ı suretiyle sana görünecektir.
İkinci Delil-i Kur'ânî: "Delil-i ihtira" dır.
Bunun hülâsası: Mahlukatın her nev'ine, her ferdine ve o nev'e ve o ferde müretteb olan âsâr-ı mahsusasını müntic ve isti'dad-ı kemâline münasib bir vücûdun verilmesidir. Zîrâ hiçbir nev', müteselsil-i ezelî değildir; imkân bırakmaz. Hem de bizzarûre bazının "hudûs"u nazarın müşahedesiyle ve sairleri dahi aklın hikmet nazarıyla görülür.
Vehim ve Tenbih:
İnkılab-ı hakikat olmaz. Nev'-i mutavassıtın silsilesi devam etmez. Tahavvül-ü esnaf, inkılab-ı hakâikin gayrısıdır.
İşaret:
Herbir nev'in bir âdemi ve bir büyük pederi olduğundan, silsilelerdeki tenasülden neş'et eden vehm-i bâtıl o âdemlerde, o evvel pederlerinde tevehhüm olunmaz.
Evet hikmet, fenn-i tabakat-ül arz ve ilm-i hayvanat ve nebatat lisanıyla iki yüz bini mütecaviz olan enva'ın âdemleri hükmünde olan mebde-i evvellerinin herbirinin müstakillen hudûsuna şehâdet ettiği gibi; mevhum ve itibarî olan kavânin ve şuursuz olan esbab-ı tabiiye ise, bu kadar hayretfeza silsileler ve bu silsileleri teşkil eden ve efrad denilen dehşet-engiz hadsiz makine-i acibe-i İlahiyenin tasni' ve îcadına adem-i kabiliyetleri cihetiyle herbir ferd ve herbir nevi', müstakillen Sâni'-i Hakîm'in yed-i kudretinden çıktığını ilân ve izhar ediyor. Evet, Sâni'-i Zülcelal herşeyin cebhesinde hudûs ve imkân damgasını koymuştur.
Tenbih:
Ezeliyet-i madde ve hareket-i zerrattan teşekkül-ü enva' gibi umûr-u bâtılaya ihtimal vermek, sırf başka şey ile nefsini ikna' etmek sadedinde olduğu için, o umûrun esas-ı fâsidesini tebeî nazarıyla adem-i
فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ
Nazarını âleme gezdir. Hangi yerinde noksaniyeti görebilirsin? Kellâ!.. Gören görmez. Meğer kör ola veya kasr-ı nazar illetiyle mübtela ola.
İstersen Kur'ân'a müracaat et. Delil-i inâyeti vücuh-u mümkinenin en ekmel vechiyle bulacaksın. Zîrâ Kur'ân, kâinatta tefekküre emir verdiği gibi, fevaidi tezkâr ve ni'metleri ta'dad eder. İşte o âyât, şu bürhan-ı inâyete mazahirdir. İcmali budur, tut! Tafsili ise: Eğer meşiet-i İlahiye taalluk ederse, âyât-ı âfâkiye ve enfüsiyeyi tefsir tarîkinde sema ve beşer ve arzın ilimlerine ma'kud olan kütüb-ü selâsede tefsir edilecektir. O vakit şu bürhan tamam-ı suretiyle sana görünecektir.
İkinci Delil-i Kur'ânî: "Delil-i ihtira" dır.
Bunun hülâsası: Mahlukatın her nev'ine, her ferdine ve o nev'e ve o ferde müretteb olan âsâr-ı mahsusasını müntic ve isti'dad-ı kemâline münasib bir vücûdun verilmesidir. Zîrâ hiçbir nev', müteselsil-i ezelî değildir; imkân bırakmaz. Hem de bizzarûre bazının "hudûs"u nazarın müşahedesiyle ve sairleri dahi aklın hikmet nazarıyla görülür.
Vehim ve Tenbih:
İnkılab-ı hakikat olmaz. Nev'-i mutavassıtın silsilesi devam etmez. Tahavvül-ü esnaf, inkılab-ı hakâikin gayrısıdır.
İşaret:
Herbir nev'in bir âdemi ve bir büyük pederi olduğundan, silsilelerdeki tenasülden neş'et eden vehm-i bâtıl o âdemlerde, o evvel pederlerinde tevehhüm olunmaz.
Evet hikmet, fenn-i tabakat-ül arz ve ilm-i hayvanat ve nebatat lisanıyla iki yüz bini mütecaviz olan enva'ın âdemleri hükmünde olan mebde-i evvellerinin herbirinin müstakillen hudûsuna şehâdet ettiği gibi; mevhum ve itibarî olan kavânin ve şuursuz olan esbab-ı tabiiye ise, bu kadar hayretfeza silsileler ve bu silsileleri teşkil eden ve efrad denilen dehşet-engiz hadsiz makine-i acibe-i İlahiyenin tasni' ve îcadına adem-i kabiliyetleri cihetiyle herbir ferd ve herbir nevi', müstakillen Sâni'-i Hakîm'in yed-i kudretinden çıktığını ilân ve izhar ediyor. Evet, Sâni'-i Zülcelal herşeyin cebhesinde hudûs ve imkân damgasını koymuştur.
Tenbih:
Ezeliyet-i madde ve hareket-i zerrattan teşekkül-ü enva' gibi umûr-u bâtılaya ihtimal vermek, sırf başka şey ile nefsini ikna' etmek sadedinde olduğu için, o umûrun esas-ı fâsidesini tebeî nazarıyla adem-i
Yükleniyor...