rububiyetine ait sıfât-ı mutlaka-i muhitayı bilmek için bir mizan vazifesini görüyor.

Eğer insan benliğine mizan nazarıyla bakarsa, kâinattan zihnine akıp gelen âfâkî malûmatı kendi malûmatı ile, tasarrufat ve sıfât-ı İlahiyeyi de kendi sıfâtıyla tasdik eder. Yine merciine iade eder. Ve bu sayede

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا

daki

مَنْ

şümulüne dâhil olarak bihakkın emaneti îfa etmiş olur. Fakat kendisine müstakil nazarıyla bakmakla kendisini mâlik itikad ederse

قَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا

nın şümulüne dâhil olmakla emanette hıyanet etmiş olur. Zira semavat ve arzın, hamlinden korkarak imtina' ettikleri cihet "Ene"nin bu cihetidir. Çünki dalaletler, şirkler, şerler bu cihetten doğarlar. Eğer vaktiyle o "Ene"nin şiddetli bir terbiye ile başı kırılmaz ise büyür, insanın vücudunu yutar.

Eğer milletin de enaniyeti inzimam ederse, Sâni'in emrine karşı mübarezeye çıkar. Tam manasıyla bir şeytan olur. Sonra halkı da kendisine kıyas eder, esbabı da o kıyasa dâhil eder, büyük bir şirke düşer. -El'iyazü billah...-

Mühim bir mes'ele:

"Ene"nin iki vechi vardır. Bir vechini nübüvvet almıştır. Bir vechini de felsefe almıştır.

Birinci vecih, ubudiyet-i mahzaya menşe'dir. Mahiyeti harfiye olup, müstakil değildir. Vücudu tebaî olup, aslî değildir. Mâlikiyeti vehmî olup, hakikî değildir. Vazifesi, Hâlık'ın sıfatını fehmetmek için bir mizan ve bir mikyas olmaktır. Enbiya (Aleyhimüsselâm) enaniyetin bu vechine bakmakla, mülkü tamamen Allah'a teslim ederek ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde şeriki olmadığına hükmetmişlerdir. Ene'nin bu vechinden Cenab-ı Hak şecere-i tûbâ-i ubudiyeti inbat edip; dal ve budakları kâinat bahçesinde enbiya, evliya, sıddıkîn gibi mübarek semereleri vermiştir.

İkinci vechi alan felsefe, ene'nin vücudunu aslî ve kendisini müstakil ve mâlik-i hakikî olduğunu zu'metmişlerdir. Vazifesi de yalnız hubb-u zâtıyla tekemmül-ü hayattır. Ene'nin bu siyah yüzünden envaen şirkler, dalaletler çıkmıştır. Ezcümle:

Kuvve-i behimiye dalında


Yükleniyor...