âciz kalmalarıyla ve "mukabele-i bil'hurufu bırakıp, mukabele-i bis'süyufa mecbur olmalarıyla" kat'î sabit olan belâgatının muktezası olarak, akl-ı beşerin idrakinden âciz olduğu hakaikı, onların fehimlerine müraat ederek teşbihat ve temsilât ile beyan etmiştir; tâ ki mümkinat âleminde onların misallerini görmekle akılları kabul etsin.

Meselâ: Hâlık-ı Zülcelal'in, koca kâinatı idare ve tedbirini

عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى

âyetiyle bir padişahın tahtına oturmuş vaziyetiyle temsil ediyor. Çünki akıl ve hayal, mücerred olarak bunu kavrayamaz. Ancak böyle bir temsil libasını, o me'lufu olmadığı manaya giydirmekle zihne ünsiyet ettirir.

Hem Kur'an-ı Hakîm; nimetiyet ciheti, maddesinden kıymetdar olan eşyayı zikrederken, beşerin enzarını Mün'im-i Hakikî'ye celbederek aklın gözünü, mahall-i nüzul-ü rahmet olan semaya dikiyor. Meselâ:

وَاَنْزَلْنَا الْحَد۪يدَ ف۪يهِ بَاْسٌ شَد۪يدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ

âyet-i kerimesi, demirin semadan inzalini

Yükleniyor...