Eski DP Muş Meb’usu Gıyaseddin Emre anlatmış:
“Meb’usluğum sırasında ılâhiyat Fakültesi Dekanı Mehmet Karasanla dostluk kurmuştuk. Birgün odasında otururken, bir kaç profesör daha vardı. Mehmet Karasan Bediüzzaman’dan yobaz-mobaz diye bahsetti. O zaman ben kendisine dönerek: “Siz onun eserlerini okudunuz; veya kendisini gördükten sonra mı bu kanaata vardınız? Yoksa başkasının telkiniyle mi bu kanaata vardınız? Eğer bir ilim adamı olarak tetkik neticesinde bu kanaata vardı iseniz, mesele yok...” dedim.”
Adam, benim Bediüzzaman’la münasebetimin olduğunu bilmiyordu. Amma tabiî meb’us olduğumu biliyordu.
- Siz Bediüzzaman’ı tanır mısınız? dedi.
- Ben Bediüzzaman’ın bihakkin lâyık olduğu şekilde, haiz olduğu faziletlerini ve vasıflarını izah etmeye çalıştım.
- Öyle ise dedi: Bir defa ziyaretine gittiğiniz zaman, beni de götürün!..
(153) Son şahitler-2, s: 31.
(154) Son şahitler-2, s: 54.
- Hay hay!.. diyerek bir gün beraberce Üstâd’a gittik. Elini öpüp oturduk. Henüz kendisini takdim etmeden “Mehmet Bey felsefe profesörüdür değil mi?” diyerek, felsefeden girdi sohbete... Deryalar gibi dalgalandı. Hıristiyan felsefesi bu, maddiyun felsefesi bu... diyerek bölümlere ayırıp anlattı. Sonra felsefeden tasavvufa, ıslam tasavvufuna geçti. Tasavvuftan tarikata intikal etti. Bu üç dalı birbirine bağladı. (Yani aralarındaki zahiri benzerlikleri demektir. A.B.)
Yanından ayrıldığımız zaman, Mehmet Beyin i’tirafı şu oldu: “Allah senden razı olsun, bizi öyle bir âlimin yanına götürdün ki, bizim bildiklerimizi bizden daha iyi biliyor. Bizim bilmediğimiz çok şey var ki, o biliyor, biz bilmiyoruz. Fakat bizim bildiklerimizi sahih olarak, bizim branşımızdan daha iyi biliyor.”(155) dedi.
Başsavcı Musluhiddin Sönmez anlatmış:
(1943-944 yıllarında Hazret-i Üstâd’ın Denizli Mahkemesinde fahri avukatlığını yapan Avukat Ziya Sönmez Beyin oğlu olan bu zat, gerçekten değerli, imanlı bir hukuk adamıdır. Urfa’da da başsavcılık yapmıştır.)
“1952’de Akşehir Palas otelinde Üstâd’la müteaddit defalar görüştüm. Bana ilk olarak şunları anlatmıştı:
“Bana eskiden Said-i Kürdî derlerdi. Ben Kürtçü değilim, İslâmcı bir kimse kavmiyetçi olamaz. Türk-Kürt ayrılığı yok. İslâmlık hepsini birleştirmiştir. Ben nasıl Kürtçü olabilirim; ben Kur’ân’da Türklere dair işaret bulunduğunu tefsirimde zikretmişim.” dedi.
“Meb’usluğum sırasında ılâhiyat Fakültesi Dekanı Mehmet Karasanla dostluk kurmuştuk. Birgün odasında otururken, bir kaç profesör daha vardı. Mehmet Karasan Bediüzzaman’dan yobaz-mobaz diye bahsetti. O zaman ben kendisine dönerek: “Siz onun eserlerini okudunuz; veya kendisini gördükten sonra mı bu kanaata vardınız? Yoksa başkasının telkiniyle mi bu kanaata vardınız? Eğer bir ilim adamı olarak tetkik neticesinde bu kanaata vardı iseniz, mesele yok...” dedim.”
Adam, benim Bediüzzaman’la münasebetimin olduğunu bilmiyordu. Amma tabiî meb’us olduğumu biliyordu.
- Siz Bediüzzaman’ı tanır mısınız? dedi.
- Ben Bediüzzaman’ın bihakkin lâyık olduğu şekilde, haiz olduğu faziletlerini ve vasıflarını izah etmeye çalıştım.
- Öyle ise dedi: Bir defa ziyaretine gittiğiniz zaman, beni de götürün!..
(153) Son şahitler-2, s: 31.
(154) Son şahitler-2, s: 54.
- Hay hay!.. diyerek bir gün beraberce Üstâd’a gittik. Elini öpüp oturduk. Henüz kendisini takdim etmeden “Mehmet Bey felsefe profesörüdür değil mi?” diyerek, felsefeden girdi sohbete... Deryalar gibi dalgalandı. Hıristiyan felsefesi bu, maddiyun felsefesi bu... diyerek bölümlere ayırıp anlattı. Sonra felsefeden tasavvufa, ıslam tasavvufuna geçti. Tasavvuftan tarikata intikal etti. Bu üç dalı birbirine bağladı. (Yani aralarındaki zahiri benzerlikleri demektir. A.B.)
Yanından ayrıldığımız zaman, Mehmet Beyin i’tirafı şu oldu: “Allah senden razı olsun, bizi öyle bir âlimin yanına götürdün ki, bizim bildiklerimizi bizden daha iyi biliyor. Bizim bilmediğimiz çok şey var ki, o biliyor, biz bilmiyoruz. Fakat bizim bildiklerimizi sahih olarak, bizim branşımızdan daha iyi biliyor.”(155) dedi.
Başsavcı Musluhiddin Sönmez anlatmış:
(1943-944 yıllarında Hazret-i Üstâd’ın Denizli Mahkemesinde fahri avukatlığını yapan Avukat Ziya Sönmez Beyin oğlu olan bu zat, gerçekten değerli, imanlı bir hukuk adamıdır. Urfa’da da başsavcılık yapmıştır.)
“1952’de Akşehir Palas otelinde Üstâd’la müteaddit defalar görüştüm. Bana ilk olarak şunları anlatmıştı:
“Bana eskiden Said-i Kürdî derlerdi. Ben Kürtçü değilim, İslâmcı bir kimse kavmiyetçi olamaz. Türk-Kürt ayrılığı yok. İslâmlık hepsini birleştirmiştir. Ben nasıl Kürtçü olabilirim; ben Kur’ân’da Türklere dair işaret bulunduğunu tefsirimde zikretmişim.” dedi.
Yükleniyor...