Sonra, ayeti hatırıma geldi ki; zemin musahhar bir sefine bir merkub olduğunu işaret ediyor. O işaretten kendimi feza-i Kâinat’ta sür’atle seyahat eden pek büyük bir geminin yüksek bir mevkiinde gördüm. At ve gemi gibi bir merkube binildiği, zaman kıraatı sünnet olan ayetini okudum.
Hem gördüm ki: Küre-i Arz, şu hareketiyle, sinema levhalarını gösteren bir makine vaziyetini aldı. Bütün semavatı harekete getirdi. Bütün yıldızları muhteşem bir ordu gibi sevke başladı. Öyle şirin ve yüksek manzaraları gösterdi ki; ehl-i fikri mest ve hayran eder: Fesûbhanallah! dedim, ne kadar az bir masrafla ne kadar çok ve büyük ve garib ve acib, âli ve gâlî işler görülüyor ..”
{Mektubat,s:15.}
Dördüncü Mektuptan:
“Aziz kardeşlerim! Ben şimdi Çam dağında yüksek bir tepede büyük bir çam ağacının tepesinde bir menzilde bulunuyorum. ınsten, tevahhuş ve vuhuşa ünsiyet ettim. İnsanlarla sohbet arzu ettiğim vakit, hayalen sizleri yanımda bulur, bir hasb-ı hal ederim. Sizinle mütealli olurum. Bir mani’ olmazsa, bir iki ay burada yalnız kalmak arzusundayım. Barla’ya dönsem, arzunuz veçhile sizden ziyade müştak olduğum şifahî bir müsahabe çaresini arıyacağız. şimdi bu çam dağında hatıra gelen iki üç hatırayı yazıyorum:
Birincisi: Bir parça mahrem bir sırdır. Fakat senden sır saklanmaz. şöyle ki:
Ehl-i hakikatın bir kısmı, nasıl ki ism-i vedûd’a mazhardırlar ve a’zamî bir mertebede o ismin cilveleriyle, mevcudatın pencereleriyle Vacib-ül Vücud’a bakıyorlar.. Öyle de, şu hiç ender hiç olan kardeşiniz, yalnız hizmet-i Kur’ân’a istihdamı hengâmında ve o hazine-i bînihayenin dellâlı olduğu bir vakitte, ism-i Rahim ve ism-i Hakim mazhariyetine medar bir vaziyet verilmiş.. Bütün sözler o mazhariyetin cilveleridir. İnşaallah o sözler sırrına mazhardırlar
İkincisi: Tarik-ı Nakşî hakkında denilen: “Der tarik-ı nakşi bendî lazım amed çar-ı terk.. Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terk-i terk”
Hem gördüm ki: Küre-i Arz, şu hareketiyle, sinema levhalarını gösteren bir makine vaziyetini aldı. Bütün semavatı harekete getirdi. Bütün yıldızları muhteşem bir ordu gibi sevke başladı. Öyle şirin ve yüksek manzaraları gösterdi ki; ehl-i fikri mest ve hayran eder: Fesûbhanallah! dedim, ne kadar az bir masrafla ne kadar çok ve büyük ve garib ve acib, âli ve gâlî işler görülüyor ..”
{Mektubat,s:15.}
Dördüncü Mektuptan:
“Aziz kardeşlerim! Ben şimdi Çam dağında yüksek bir tepede büyük bir çam ağacının tepesinde bir menzilde bulunuyorum. ınsten, tevahhuş ve vuhuşa ünsiyet ettim. İnsanlarla sohbet arzu ettiğim vakit, hayalen sizleri yanımda bulur, bir hasb-ı hal ederim. Sizinle mütealli olurum. Bir mani’ olmazsa, bir iki ay burada yalnız kalmak arzusundayım. Barla’ya dönsem, arzunuz veçhile sizden ziyade müştak olduğum şifahî bir müsahabe çaresini arıyacağız. şimdi bu çam dağında hatıra gelen iki üç hatırayı yazıyorum:
Birincisi: Bir parça mahrem bir sırdır. Fakat senden sır saklanmaz. şöyle ki:
Ehl-i hakikatın bir kısmı, nasıl ki ism-i vedûd’a mazhardırlar ve a’zamî bir mertebede o ismin cilveleriyle, mevcudatın pencereleriyle Vacib-ül Vücud’a bakıyorlar.. Öyle de, şu hiç ender hiç olan kardeşiniz, yalnız hizmet-i Kur’ân’a istihdamı hengâmında ve o hazine-i bînihayenin dellâlı olduğu bir vakitte, ism-i Rahim ve ism-i Hakim mazhariyetine medar bir vaziyet verilmiş.. Bütün sözler o mazhariyetin cilveleridir. İnşaallah o sözler sırrına mazhardırlar
İkincisi: Tarik-ı Nakşî hakkında denilen: “Der tarik-ı nakşi bendî lazım amed çar-ı terk.. Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terk-i terk”
Yükleniyor...