- Gördün mü?
O dedi:
- Neyi?
Dedim:
- Bu dehşetli yılanı!
Dedi:
- Yok, görmedim ve göremiyorum.
- “Fesübhânallah!” dedim. “Bu kadar büyük bir yılan ikimizin ortasından geçtiği halde nasıl görmedin?”
O vakit hâtırıma bir şey gelmedi. Fakat sonra kalbime geldi ki: “Bu sana işârettir; dikkat et!” Düşündüm ki gecelerde gördüğüm yılanlar nev’indendir. Yâni, gecelerde gördüğüm yılanlar ise, hıyânet niyetiyle her ne vakit bir me’mur yanıma gelse, onu yılan sûretinde görüyordum. Hattâ bir def’a müdüre söylemiştim: “Fenâ niyetle geldiğin vakit seni yılan sûretinde görüyorum; dikkat et!” demiştim. Zâten selefini çok vakit öyle görüyordum. Demek şu zâhiren gördüğüm yılan ise, işârettir ki, hıyânetleri bu def’ a yalnız niyette kalmıyacak, belki bilfiil bir tecavüz sûretini alacak. Bu def’aki tecavüz -çendan- zâhiren küçük imiş ve küçültülmek isteniliyor; fakat vicdansız bir muallimin teşvikiyle ve iştirâkiyle o me’murun verdiği emir; câmi’ içinde namazın tesbihatında iken, “O misafirleri getiriniz!” diye jandarmalara emretmiş. Maksat da beni kızdırmak, Eski Said damariyle bu fevkalkanun, sırf keyfî muameleye karşı, koymak ile mukabele etmekti. Halbuki o bedbaht bilmedi ki: Said’in lisanında, Kur’ân’ın tezgâhından gelen bir elmas kılınç varken, elindeki kırık odun parçasiyle müdafaa etmez; belki o kılıncı böyle istimâl edecektir. Fakat jandarmaların akılları başlarında olduğu için; hiçbir devlet, hiçbir hükûmet namazda, câmi’de, vazife-i dîniye bitmeden ilişmediği için namaz ve tesbihatın hitamına kadar beklediler. Me’mur bundan kızmış; “Jandarmalar beni dinlemiyorlar” diye kırbekçisini arkasından göndermiş. Fakat Cenâb-ı Hak, beni böyle yılanlarla uğraşmaya mecbur etmiyor.
Yükleniyor...