Sohbet hayli uzun sürmüştü. Üstâd çok coşmuştu. Bütün müşkillerimizi halletti. Umum mukadder suallerimize de kâfi ve şâfi cevablar verdi. Veda edip ayrıldık. Artık Risale-i Nur’un dairesine iman hizmeti içine girmiş oldum:

{Hacı Hulusi Bey gibi,bir çok insan Hazret-İ Üstâd Bediüzzaman'ın böyle bir tek sohbetiyle veya bazıları onu uzakdan görmesiyle,yahut da onun nevvar ve feyyaz olan mübarek simasını bir defa müşahede etmesiyle;Hakk'a ve hakikata aşinalık peyda etmiş,ruhunda,hayatında büyük bir inkılap olmuş ve bütün ruh ve canıyla Bediüzzaman'a talebe olarak İslam'a ve Kur'an'a hâdim olmuş olanlar pek çoktur.A.B.}



Gece gündüz durmadan risale yazıp çoğaltmaya başladım.

İkinci Hatırası: (İlk ziyaretten sonra Eğridir’de iken diğer ziyaretleri)

“İlk ziyaretimizden sonra, Eğridir’de bulunduğum iki sene zaman zarfında beş defa daha Üstâd’ı Barla’da ziyaret ettim. Bu ziyaretlerimin birisinde kalkıp veda’ ediyordum. Üstâd bana: “Kardeşim! uzaklığın alâmeti olan mektuplaşmak adetim değildir. Fakat sen yazabilirsin.” dedi.

İşte, Elhamdülillah, Hazret-i Üstâd’ın bu izni üzerine bir çok mes’elelere dair sualler sormak üzere mektuplar yazdım. Bu mektuplaşmalar Mektubat mecmuasının tulu’una bir sebep oldu.

{Aydınlar konuşuyor,s:86.}





Üçüncü Hatırası: “Yine ziyaretlerimin birisinde, vedâlaşıp ayrılırken, İlama köyüne uğrayacağımı da söyledim. Üstâd bana: “Ben de cami’ için dağa, odun getirmeye gidecektim” dedi. Vedalaşıp ayrıldık. Biz İlâma’ya doğru gidiyorduk. Birden Üstâd Hazretleri zihnime ilişti, “şimdi âniden önümüze çıkmasın” diye düşünürken, birden baktım; oduna giden kafilenin önünde Üstâd bir merkebe binmiş geliyor. Ben Hazret-i Üstâd, beni görüp de merkebinden inmesin diye yol kenarındaki büyük bir ağacın arkasına saklandım. Üstâd tam yaklaşınca, âniden çıkıp ellerine sarıldım. Üstâd’ın elinde bir parça kuru ekmek parçası vardı. Onu merkebin üstünde giderken yiyormuş. Beni görür görmez, hemen o ekmeğin kalanını bana uzattı. Ben de aldım öptüm, başıma koydum. Ayak üstü biraz konuştuk, konuşma esnasında kendi şivesiyle bana: “Kardeşim şemşiyen yok mu?” diye söyledi. Ben üstümdeki muşambayı gösterdim. Yine ayrılmak için izin istedim, tam ayrılırken, bir daha bana: “Kardeşim şemşiyen yok mu?” dedi. Biz asker olduğumuz için şemsiye taşımıyorduk. Yine üzerimdeki muşambayı gösterdim ve ayrıldım.

Giderken düşündüm, şemsiye yağmur içindir. Halbuki havada hiç yağmur alâmeti yoktu, apaçıktı. Ayrıldığımızda Üstâd: “Peki kardeşim Allah’a ısmarladık” deyip gitmişti. Biz de yolumuza devam ettik. Az sonra sağnak şeklinde müthiş bir yağmur geldi. Öyle ki yolun sağında, solunda seller akıyordu. Amma baktım ki yağmur yağdığı halde bize değmiyor. Allah Allah! dedim, yoksa yağmur bizim yolun üstünde mi yağmıyor?.. Atımı sellerin kattığı yerlere sürdüm. Fakat baktım hayır, yağmur hususî olarak bize


Yükleniyor...