“Babam zabit idi. İstanbul’da dedem beni gezdirirken, acâib kıyafetli bir adam gördük. Başında kavuk, ayağında şalvar, belinde kaması vardı. Herkes gibi ben de hayretle bakıyordum. Dedem: “O’na Bediüzzaman derler.” Dedi. Bu şekilde tâ çocukluğumda Üstâd’ı tanımış idim.
Babam vazife ile şam’a tayin olunca, ailemle beraber ben de şam’a gittim. Orada hafız oldum ve yazıyı öğrendim. Babam orada vefat edince, dedem gelerek beni Barla köyüne getirdi. Hemen Büyük Cami’ye müezzin tayin oldum. Camiin imamı olan imam efendi de Üstâd’ı gıyaben iyi bilirmiş. Üstâd’ın Barla’ya geldiğini ve Yokuşbaşı’ndaki odaya yerleştiğini işitince, imam efendi, bana: “Ziyaretine gidelim.” dedi. Birkaç defa ziyaret ettik, fakat hiç konuşmuyordu. Yatağı bir tahta ranzada idi. Duvara asılı bir torbada Kur’ân-ı Kerim vardı. Başka bir kitap görünmüyordu. İlk gidişte bize çay yaptı ve verdi. Amma kederli duruyor ve konuşmuyordu. İmam efendi de O’nun bir derya olduğunu biliyormuş.
“Nasıl yapalım da konuşturalım, bir mes’ele soralım. Peygamberimiz Mi’rac’a ruhen mi, yoksa bedenen mi gitti, diye soralım” dedik. Böylece konuşturmayı umuyorduk. Yine bize çay verdi. İmam efendi sordu: “Efendim ülema farklı söylüyor. Acaba Mi’rac bedenen mi, ruhen mi?” deyince Üstâd sağa sola baktı. Ve bana “Hafız, yazın var mı?” ben “Güzel yazarım efendim” “Öyleyse, al şu defteri” dedi ve başladı söylemeye. İşte ilk def’a Mi’rac bahsi böyle yazıldı. Tek sayfa olarak tam 35 sayfa yazmışım. Üstâd, yazdıklarıma baktı, “Yazın güzelmiş” dedi. “Sen bana lâzımsın. Amma ben asabiyim. Herkesle geçinemem, sen tedbirli ol.” Ben de “Efendim, ben de tiryakiyim. Sigara içmeden yapamam. Ne yapacağız?” dedim.
Üstâd, “O zaman, (Besa, arnavut yemini) yapalım. Ben kızınca, sen birşey deme. Sen kızınca, gidip sinekleri dağıtırsın” dedi.
Üçüncüsü: Yalvaçlı Muallim Ahmet Galib Keskin Bey’dir. (1900-1940)
Bu zat, Barla’da muallimlik yaparken, Bediüzzaman Hazretleri de oraya gelmiş ve onunla tanışmıştır. Bediüzzaman’ın ilmine, fazlına, kemaline, takvasına, cihadına hayran kalmış, âşık olmuştu. Risale-i Nur ve Üstâd Bediüzzaman hakkında Arapça, Farsça ve Türkçe olarak çok güzel ve parlak medhiyeler şiirler, kasideler yazmış. Aynı zamanda Risale-i Nur’un yazılmasında, tebyizin de çok kıymettar hizmetleri sebkat etmiştir. 1935 Eskişehir hapis hadisesinde bulunmuş. Fakat Hazret-i Üstâd müdafaalarında onu kurtarmak için Ahmed Galib Bey’in kendisiyle münasebetlerinin çok az olduğunu te’vil ederek ifade etmiş, nihayet Eskişehir hapsinden üç ay sonra, doksan mazlumla birlikte erken tahliye edilenlerle beraber olmuştur.
Babam vazife ile şam’a tayin olunca, ailemle beraber ben de şam’a gittim. Orada hafız oldum ve yazıyı öğrendim. Babam orada vefat edince, dedem gelerek beni Barla köyüne getirdi. Hemen Büyük Cami’ye müezzin tayin oldum. Camiin imamı olan imam efendi de Üstâd’ı gıyaben iyi bilirmiş. Üstâd’ın Barla’ya geldiğini ve Yokuşbaşı’ndaki odaya yerleştiğini işitince, imam efendi, bana: “Ziyaretine gidelim.” dedi. Birkaç defa ziyaret ettik, fakat hiç konuşmuyordu. Yatağı bir tahta ranzada idi. Duvara asılı bir torbada Kur’ân-ı Kerim vardı. Başka bir kitap görünmüyordu. İlk gidişte bize çay yaptı ve verdi. Amma kederli duruyor ve konuşmuyordu. İmam efendi de O’nun bir derya olduğunu biliyormuş.
“Nasıl yapalım da konuşturalım, bir mes’ele soralım. Peygamberimiz Mi’rac’a ruhen mi, yoksa bedenen mi gitti, diye soralım” dedik. Böylece konuşturmayı umuyorduk. Yine bize çay verdi. İmam efendi sordu: “Efendim ülema farklı söylüyor. Acaba Mi’rac bedenen mi, ruhen mi?” deyince Üstâd sağa sola baktı. Ve bana “Hafız, yazın var mı?” ben “Güzel yazarım efendim” “Öyleyse, al şu defteri” dedi ve başladı söylemeye. İşte ilk def’a Mi’rac bahsi böyle yazıldı. Tek sayfa olarak tam 35 sayfa yazmışım. Üstâd, yazdıklarıma baktı, “Yazın güzelmiş” dedi. “Sen bana lâzımsın. Amma ben asabiyim. Herkesle geçinemem, sen tedbirli ol.” Ben de “Efendim, ben de tiryakiyim. Sigara içmeden yapamam. Ne yapacağız?” dedim.
Üstâd, “O zaman, (Besa, arnavut yemini) yapalım. Ben kızınca, sen birşey deme. Sen kızınca, gidip sinekleri dağıtırsın” dedi.
Üçüncüsü: Yalvaçlı Muallim Ahmet Galib Keskin Bey’dir. (1900-1940)
Bu zat, Barla’da muallimlik yaparken, Bediüzzaman Hazretleri de oraya gelmiş ve onunla tanışmıştır. Bediüzzaman’ın ilmine, fazlına, kemaline, takvasına, cihadına hayran kalmış, âşık olmuştu. Risale-i Nur ve Üstâd Bediüzzaman hakkında Arapça, Farsça ve Türkçe olarak çok güzel ve parlak medhiyeler şiirler, kasideler yazmış. Aynı zamanda Risale-i Nur’un yazılmasında, tebyizin de çok kıymettar hizmetleri sebkat etmiştir. 1935 Eskişehir hapis hadisesinde bulunmuş. Fakat Hazret-i Üstâd müdafaalarında onu kurtarmak için Ahmed Galib Bey’in kendisiyle münasebetlerinin çok az olduğunu te’vil ederek ifade etmiş, nihayet Eskişehir hapsinden üç ay sonra, doksan mazlumla birlikte erken tahliye edilenlerle beraber olmuştur.
Yükleniyor...