karşılaştırır, tashih ederdi. ımanî, İslâmî mevzularda konuşmalar ve sohbetler olurdu.
Üstâd Yazdıklarını Yaşıyordu
Ben ilk olarak Üstâd’ımın yanına şunun için gitmiştim:”Kimseden hediye almazmış...”
Yaşayışını gördüm, Hakikaten fakirdi. Odasının birinde bir kilim ve bir kaç tane bezden seccade vardı. Diğeri ise, tam takır boşdu. Halkın eşrafı ve zengin kimseler ona birşeyler getirseler, çok latifane ve kırmıyacak bir surette onu reddederdi. Kimseyi de gücendirmek istemezdi. Mutlaka bır karşılık vermeden birşey almaz ve yemezdi. Hakikaten yazdığı derslerdeki hali yaşıyordu. Konuşmaları hep Risale-i Nur’du. O derslerin lisan-ı halle bir tekrarı gibiydi. Ben bazen dikkatsizlik ederek ve bazen de sözlerine aldırış etmezdim. Bu yazılıdır, ben bunu okurum veya biliyorum” zannı ile hareket ederdim. Bu gafletimi de hiç unutmuyorum.
Kostamonu’da iken, işim olmadığı vakitlerde ziyaretine giderdim. Ve bazen de odun kırmak, suyunu getirmek gıbi hizmetlerinı yapmak ısterdim. Bunu ben sırf şefkatle ve onun kimsesizlik haletine, fakirliğine merhameten yapmak isterdim. Bunu sonradan hatırlıyorum.
Üstâd bilâhare Emirdağı’nda bana:”Ben şimdi eski Abdullah’ımı kaybetmişim. Eski Abdullah yok..”derdi. Çünki hakikaten ben Emirdağı’nda “İsdat büyük bir zattır. Ahir zamanda gelen büyük bir ıslâhatçıdır” diyerek, ona daha başka şekil ve hürmetle hizmet etmek isterdim. Üstâd bunları hisediyordu böyle derdi: “Ben kendime hürmet istemiyorum.Bana bağlanmayın Risale-iNura bağlanın.O Kur’ân’ın dersidir.”
Risale-i nur Kimdir?
Üstâdımızın yanına ilk gittiğimiz günlerde, hep Risale-i Nur, Risale-i Nur diye medhederdi. Ben ise,-Çocukluktan olacak- “ Bu hocanın bahsettiği “Risale-i Nur kimdir?” diye düşünüyordum. Bir gün Feyzi Efendi ye sormuştum, Risale-i Nur kimdir?” “Hatta ilk günlerde Risale kelimesini, “cisale” şeklınde anlıyarak defterime öyle yazmıştım.
Feyzi Efendi bana, aynı odada kitap mütelâasıyla meşgul olan Üstâdımızı göstererek “Efendi, Efendi..” demişti. Ben de taaccüble bakmıştım ve demiştim: “Peki Efendi kitap yazabilir mi, Arapça bilir mi?” diye taaccübümü ifade etmiştim.
Üstâdımızın, insanın en yakın dostu, en fedakâr kardeşi, en samimi arkadaşı gibi hareketleri, ister istemez insanı kendisine bağlıyordu. Fakat o, kendisine değil, Kur’ân hakikatlarına, Risale-i Nur’a bağlanmamızı te’mine çalışıyordu.
Üstâd Yazdıklarını Yaşıyordu
Ben ilk olarak Üstâd’ımın yanına şunun için gitmiştim:”Kimseden hediye almazmış...”
Yaşayışını gördüm, Hakikaten fakirdi. Odasının birinde bir kilim ve bir kaç tane bezden seccade vardı. Diğeri ise, tam takır boşdu. Halkın eşrafı ve zengin kimseler ona birşeyler getirseler, çok latifane ve kırmıyacak bir surette onu reddederdi. Kimseyi de gücendirmek istemezdi. Mutlaka bır karşılık vermeden birşey almaz ve yemezdi. Hakikaten yazdığı derslerdeki hali yaşıyordu. Konuşmaları hep Risale-i Nur’du. O derslerin lisan-ı halle bir tekrarı gibiydi. Ben bazen dikkatsizlik ederek ve bazen de sözlerine aldırış etmezdim. Bu yazılıdır, ben bunu okurum veya biliyorum” zannı ile hareket ederdim. Bu gafletimi de hiç unutmuyorum.
Kostamonu’da iken, işim olmadığı vakitlerde ziyaretine giderdim. Ve bazen de odun kırmak, suyunu getirmek gıbi hizmetlerinı yapmak ısterdim. Bunu ben sırf şefkatle ve onun kimsesizlik haletine, fakirliğine merhameten yapmak isterdim. Bunu sonradan hatırlıyorum.
Üstâd bilâhare Emirdağı’nda bana:”Ben şimdi eski Abdullah’ımı kaybetmişim. Eski Abdullah yok..”derdi. Çünki hakikaten ben Emirdağı’nda “İsdat büyük bir zattır. Ahir zamanda gelen büyük bir ıslâhatçıdır” diyerek, ona daha başka şekil ve hürmetle hizmet etmek isterdim. Üstâd bunları hisediyordu böyle derdi: “Ben kendime hürmet istemiyorum.Bana bağlanmayın Risale-iNura bağlanın.O Kur’ân’ın dersidir.”
Risale-i nur Kimdir?
Üstâdımızın yanına ilk gittiğimiz günlerde, hep Risale-i Nur, Risale-i Nur diye medhederdi. Ben ise,-Çocukluktan olacak- “ Bu hocanın bahsettiği “Risale-i Nur kimdir?” diye düşünüyordum. Bir gün Feyzi Efendi ye sormuştum, Risale-i Nur kimdir?” “Hatta ilk günlerde Risale kelimesini, “cisale” şeklınde anlıyarak defterime öyle yazmıştım.
Feyzi Efendi bana, aynı odada kitap mütelâasıyla meşgul olan Üstâdımızı göstererek “Efendi, Efendi..” demişti. Ben de taaccüble bakmıştım ve demiştim: “Peki Efendi kitap yazabilir mi, Arapça bilir mi?” diye taaccübümü ifade etmiştim.
Üstâdımızın, insanın en yakın dostu, en fedakâr kardeşi, en samimi arkadaşı gibi hareketleri, ister istemez insanı kendisine bağlıyordu. Fakat o, kendisine değil, Kur’ân hakikatlarına, Risale-i Nur’a bağlanmamızı te’mine çalışıyordu.
Yükleniyor...