kalbinin üzerine getirerek selâmlamıştı. İstanbul gazetelerinde de yazılarını okumuştum. Yarın Kastamonu’ya gidip ziyaret edeceğim” dedi.

{Ahmed Nazif Çelebi merhumun gençliğinde Hazret-i Üstâd’ın 1910 yılında İnebolu’ya uğrayarak Batum yoluyla Van’a gittiğini beyan eden yazısının mühim bir kısmını bu kitabın baş taraflannda kaydetmişizdir. Ayrıca Osmanlıca Kastamonu Lahikası S: 33’de yazının tamamı kayıdlıdır. A.B.}



Babam Kastamonu’ya gitti ve geldi.

{Merhum Ahmed Nazif Çelebi, oğlu Selahaddin’in anlattığı şekilde 1936 değil, 1938’de Üstâd’ı ilk ziyareti vaki’ olduğu onun yukarıda mezkür yazısından anlaşılmaktadır. A.B.}



Beraberinde “Dördüncü şua” olan ayet-i hasbiye risalesini getirdi. Bu risaleyi yazdı. Bana verdi. Üstâd’ı nerede ve nasıl görebileceğimi ta’rif ederek beni Kastamonu’ya yolladı. Kastamonu’ya geldiğimde, Nasrullah camiinin avlusunda çayhane işleten şarklı “şikâkân âşiretinin bir kolu olan “Küresin” aşiretinin beyi olan Emin Bey’i (Emin Çayır) ve Hacı Tahir’in oğlu Ahmed Kuzu’yu aradım. Onlar vasıtasıyla Üstâd’ı ziyaret edecektim. Ahmed Kuzu’nun oğlu Selâhaddin ile birlikte Üstâd’ın evine gittik. Evde yoktu. Karadağ’a çıkmıştı. Haydi seni oraya götüreyim dedi. Selâhaddin küçük olduğundan, sen zahmet etme, tarif et, ben bulurum dedim.

Kastamonu yakınlarında bir saatlik mesafede yürüyerek dağa çıktım. Karadağ’da ufak bir tepenin zirvesinde, bir ağacın altında beyazlar giyinmiş bir zat namaz kılıyordu. ıçimden “herhalde bu odur” dedim. Namazdan selâm verdikten sonra, başıyla oturmamı işaret etti. Diz çöküp duasına amin dedim. Âlem-i İslâmın selamet ve huzuru için dua ve niyaz ediyordu. Duadan sonra, getirdiğim kitabı kendisine verdim. “Sen hoş geldin kardeşim” dedi. “Bu risalenin tashihini yapayım” dedi. Tashih yarım saat kadar sürdü. Tashihatı çok dikkat ve i’tina içinde yapıyordu. Bana dönerek: “Sen de yazı biliyor musun?” dedi. Evet dedim. Bana bir cümle yazdırdı. “Maşaallah güzel yazıyormuşsun. Bir risale de sana versem yazar mısın?” dedi. Memnuniyetle, deyince; bana birden dokuza kadar küçük sözleri verdi. Babama da ayrıca Onbir ve On ikinci Sözleri gönderdi. “Eğer arzu ederse, yazsın ve bana tashiha göndersin. Eserler aynen yazılmalıdır.” dedi. Müsaade istiyerek huzurundan ayrıldım.

İşte Nur Risalelerinin ınebolu’ya girişi böyle oldu. Bu tarihten sonra, ınebolu’da yüzlerce parmak nurları yazmaya başladı. Nazifler, ıbrahimler, ızzetler, Ziyalar, Osmanlar, Salihler ve Ömerlerin kalemleri beş sene bir matbaa te’sisleri gibi işledi. Kastarrıonu-İnebolu arasında “Nur postacıları”da teşekkül etmişti. Böylece Nurlar bir nevi ınebolu limanından Anadolu’ya sevk ediliyordu. Bu Nur postacılığını Recep Dilek, Ahmed Köroğlu ve Değirmencioğlu yapıyorlardı...

{Son şahitler-2, s: 130.}




Yükleniyor...