Yine aynı günde ben (yani Küçük Hüsrev) evvelce yazıp Üstâd’ıma teslim ettiğim Hücumat-ı Sitte risalesini bana vermek için sakladığı yerden ararken, fevkalme’mul bir surette bulunmaz. Birden o anda adetlerinin hilâfında olarak hiç vuku’ bulmamış bir hadise zuhuruyla, gözlüklerini bırakarak merdiven tarafına müteveccih olurlar. Aynı vakitte Risale-i Nur’un intişarına ve hizmetine zarar vermek niyetiyle casus bir adamın merdivene doğru zahiren ziyaret maksadıyla yürüdüğü görülür. Üstâd’ın telâşlı olduğunu hisseder. Üstâd onun nazarını öteki hadise-i bedeniyeye çevirir, ona der ki: “Görüyorsun, ma’zurum. ziyareti başka vakte bırak!” O da döner gider. Hem Mehmed Feyzi hem Hücumat-ı Sitte hem başka işlerimiz o tecessüsten kurtuldu.
Evet, Hücumat-ı Sitte’nin saklandığı muayyen yerinde fevkalâde bir surette kaybolmnası, ehemmiyetli bir hadisenin önünü aldı. Ustad’a arız olan bu hilâf-ı adet hal ve o Risalenin muayyen yerinde bulunmaması kat’iyyen tesadüfe hamledilmez. Bir hafta sonra, o Risaleyi hilâf-ı me’mul bir yerde bulduk. Üstâdımın emriyle Emin kardeşime ehemmiyetli bir surette okudum. Üstâd’ım bize izahat veriyordu. O vakte kadar öyle mühim ve te’sirli ders almamıştık. Demek bu iki mühim sırra binaen Risale kendini göstermedi. İşte bu hadise, Risale-i Nur’un ihlâslı ve sadık şâkirdleri her vakit bir hıfz ve bir ınayet altında olduklarına, hem daima himayet altında bulunduklarına şüphe bırakmıyor.
İkinci Bir Vakıa-ı Bereket
“Üstâd’ımızın bir okka kadar peyniri vardı. Ekser günlerde o peynirden hoşuna gittiği için-bir iki defa yiyordu ve bize de yediriyordu. Hem yemeksiz olduğu ekser vakitlerde ondan yediği halde, altı ay kadar devam ettiğini ve halen de yüz dirhem kadar o peynirden bulunduğunu ben, yani daimi hizmetçisi Emin.. ve ben, yani Küçük Hüsrev yakinen görüp tasdik ediyoruz. Fakat bu hadise-i bereketin ifşasından sonra, evvelce görünmeyen
Yükleniyor...