hayat-ı içtimaiye ve siyaset daireleri ona nisbeten, ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalır. Rivayat-ı hadisiyede tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, ımanî hakaiktaki tecdid i’tibariyledir. Fakat efkâr-ı ammede hayat-perest insanların nazarında zahiren geniş ve hâkimiyet noktasında câzibedar olan hayat-ı içtimaiye-i insaniye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için; o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar. Hem bu üç vezaif birden bir şahısta, yahut cemaatta bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, adeta kabil görünmüyor. Ahirzamanda Â1-i Beyt-i Nebevi’nin cemsat-ı nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdî’nin cemaatındaki şahs-ı manevide ancak içtima edebilir.
Bu asırda Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki; Risale-i Nur’un hakikatı ve şskirtlerinin şahs-ı manevisi hakaik-ı imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış. Yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede te’sirIi ve fâtihane neşri ile gayet dehşetli ve kuvvetli zendeka ve dalâlet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüzbinler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını, kırk binler adam şehadet eder. Amma benim gibi âciz ve zaif bir biçarenin böyle binler derece haddimden fazla bir yükü yüklemek tarzında şahsımı medar-ı nazar etmemeli” diyor...”
{Osmanlıca Kastamonu-l s: 392.}
“Hafız Ali’nin ... ahir fıkrasında: “Muhbir-i Sâdık’ın (A.S.M.) haber verdiği manevî fütûhat yapmak ve zulümatı dağıtmak; zaman ve zemin hemen hemen gelmesi” diye fıkrasına bütün ruhu canımızla Rahmet-i İlâhiyeden niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz... Fakat biz Risale-i Nur şâkirtleri ise, “vazifemiz hizmettir. Vazife-i İlâhiyyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber; kemiyete değil, keyfiyete bakmak...” Hem çoktan beri sukût-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbab altında, Riaale-i Nur’un şimdiye kadar fütûhatı ve zendekaların ve dalâletlerin savletlerini kırması ve yüz binler biçarelerin imanlarını kurtarması ve her biri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakiki mü’min talebeleri yetiştirmesi; Muhbir-i Sadık’ın (A.S.M.) ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuatla ispat etmiş ve ediyor.. Ve inşaallah hiç bir kuvvet, Anadolu sinesinden onu çıkaramaz. Tâ, ahirzamanda hayatın geniş dairesinde asıl sahipleri Cenab-ı Hakk’ın izniyle gelir, o daireyi genişlendirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizden seyredip Allah’a şükrederiz..”
{Osmanlıca Kastamonu-2, s: 193.}
Bu asırda Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki; Risale-i Nur’un hakikatı ve şskirtlerinin şahs-ı manevisi hakaik-ı imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış. Yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede te’sirIi ve fâtihane neşri ile gayet dehşetli ve kuvvetli zendeka ve dalâlet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüzbinler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını, kırk binler adam şehadet eder. Amma benim gibi âciz ve zaif bir biçarenin böyle binler derece haddimden fazla bir yükü yüklemek tarzında şahsımı medar-ı nazar etmemeli” diyor...”
{Osmanlıca Kastamonu-l s: 392.}
“Hafız Ali’nin ... ahir fıkrasında: “Muhbir-i Sâdık’ın (A.S.M.) haber verdiği manevî fütûhat yapmak ve zulümatı dağıtmak; zaman ve zemin hemen hemen gelmesi” diye fıkrasına bütün ruhu canımızla Rahmet-i İlâhiyeden niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz... Fakat biz Risale-i Nur şâkirtleri ise, “vazifemiz hizmettir. Vazife-i İlâhiyyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber; kemiyete değil, keyfiyete bakmak...” Hem çoktan beri sukût-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbab altında, Riaale-i Nur’un şimdiye kadar fütûhatı ve zendekaların ve dalâletlerin savletlerini kırması ve yüz binler biçarelerin imanlarını kurtarması ve her biri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakiki mü’min talebeleri yetiştirmesi; Muhbir-i Sadık’ın (A.S.M.) ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuatla ispat etmiş ve ediyor.. Ve inşaallah hiç bir kuvvet, Anadolu sinesinden onu çıkaramaz. Tâ, ahirzamanda hayatın geniş dairesinde asıl sahipleri Cenab-ı Hakk’ın izniyle gelir, o daireyi genişlendirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizden seyredip Allah’a şükrederiz..”
{Osmanlıca Kastamonu-2, s: 193.}
Yükleniyor...