Türkçü zihniyetli grubundan ve diğer bazı yersiz ve idaresiz hareketlerinden dolayı onlardan ayrılmış.. Ve ikinci Meşrutiyet’in ilânından sonra, kurulan bir çok partiler, kulüpler ve cemiyetler gibi, o da Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’ni kuranların içinde bulunmuştur.

Bu izahtan sonra, şunu istifsar etmek lâzımdır ki: o sıra kurulan bir sürü kulüpler ve cemiyetler gibi, Kürt Teavün Cemiyeti’nin kuruluş gayesi ve hedefi gerçekten ve özellikle kavmiyetçiliğe yönelik bir Kürdistan devletini kurmak mı idi? Eğer öyle idi ise, neden Osmanlı payitahtı olan İstanbul’da bulunuyor ve burada cemiyetinin faaliyetini yürütüyordu? Bu durum gerçekten bir Kürtçülük mü idi? yoksa Prens Sabahaddin Bey’in ortaya attığı Adem-i Merkeziyet tezine benzer Osmanlı camiasında bir tedbir ve bir fikir aksiyonu mu idi?..

Salisen: Merhum Eşref Edib’in anlattığı şekilde; Bediüzzaman Hazretleri’nin Mevlanzade Rıf’at Bey’e -iddia edildiği gibi- yazdığı cevabî mektub şeyh-ül Muharririn Konsoladçi(33) Asaf’ın yanında mevcud ve mahfuz olduğunu teslim edelim.. Peki ya Seyyid Abdülkadir Bey’e verdiği cevabî mektubu ve onun da’vetine karşı söylediği sözleri nerede ve kimin yanında mahfuzdur, sorabilir miyiz? Yahut da bu rivayetleri kim duymuş, kimden duymuş, kime söylemiştir?... Veya bunların kaydı kuyudu nerede olabilir?..

Halbuki, ilk olarak 1908’de Kürt Teavün Cemiyeti kurulduğunda -Bu kitabın ilgili bölümünde tafsili geçtiği üzere- Hazret-i Üstâd bu cemiyet ile ve cemiyetin kurucuları ile alâkadar olmuş, gidip gelmiş, hatta gazetelerinde makale de yazmıştır. Amma bilâhare bazı sebeblerden dolayı onlardan ayrılmıştır.

Rabian: Üstâd Hazretleri, Kürdistan Teali Cemiyeti(*) reisine gönderildiği söylenen cevabî mektubunda ve konuştuğu sözlerinde (... Ve “dörtyüz elli milyon” hakiki Müslüman kardeş bedeline bir kaç akılsız kavmiyetçi kimselerin peşinden gitmem) diye olan cümlesinde, dörtyüz elli milyon hakikî Müslüman kardeş tabiri vardır. O ise, Hazret-i Üstâd Bediüzzaman Said-i Nursî ne o devirde, ne de sonraki zamanlarda yazdığı eserlerinin hiç birisinde, İslâm âleminin kemiyetinden bahsederken, üçyüzelli milyon tabirinden başka bir ifade kullanmadığını... (Yalnız 1950’den sonraki bazı mektuplarında sadece bir iki yerde, dörtyüz milyon ta’biri kullanmış, başkaca da hiç kullanmamıştır.) İşte bu noktayı da gözönüne aldığımızda; ayrıca da Seyyid Abdülkadir Efendi’ye karşı çok haşin ve Hazret-i Üstâd’ın irşad metoduna da tamamen zıd olarak; onu akılsız ve kavmiyetçi damgasıyla damgalamasının imkânı olmadığını piş-i nazara alırsak, meçhul olan o mektubun veya cevabî sözlerinin i’tibarlık derecesi hangi mertebede kalır bilemem?

Yükleniyor...