harabezâr gördüm. Eskiden beri hatırımda olan bir zatın bir fıkrası vardı, tam ma’nasını göremiyordum. O hazin levha karşısında tam manasını gördüm, fıkra budur:
Yani: ”Eğer dostlardan müfarakat olmasa idi, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki, gelsin alsın” Demek en ziyade insanı öldüren ahbabtan müfarakattır.
Evet hiç bir şey, beni o vaziyet kadar yandırmamış, ağlatmamış. Eğer Kur’ân’dan, imandan medet gelmeseydi; o gam, o keder, o hüzün ruhumu uçuracak gibi te’sirat yapacaktı.
Eskiden beri şâirler şiirlerinde, ahbablarıyla görüştükleri menzillerin mürûr-ı zamanla harabegâhlarına ağlamışlar.. Bunun en firkatli levhasını da ben gözümle gördüm. İkiyüz sene sonra, gayet sevdiği dostların mahall-i ikametine uğrayan bir adamın hüznüyle hem ruhum, hem kalbim gözüme yardım edip ağladılar. O vakit gözümün önünde harabezare dönmüş yerlerin; gayet ma’mur ve şenlikli ve neşeli ve sürurlu bulunduğu zaman, yirmi seneye yakın en tatlı bir hayatta tedris ile, kıymettar talebelerimle geçirdiğim hayatımın o şirin safahatı birer birer sinema levhaları gibi canlanıp, görünerek, sonra vefat edip gider tarzında, hayalî gözümün önünde epey zaman devam etti. O vakit ehl-i dünyanın haline çok taaccüb ettim. Nasıl kendilerini aldatıyorlar?.. Çünki o vaziyet dünyanın tam fani olduğunu ve insanlar da içinde misafir bulunduğunu bilbedahe gösterdi. Ehl-i hakikatın mütemadiyen: “Dünya gaddardır, mekkârdır, fânîdir, aldanmayınız!” demeleri, ne kadar doğru olduğunu gözümle gördüm. Hem insan nasıl cismiyle, hânesiyle alâkadardır.. Öyle de kasabasıyla, memleketiyle, belki dünyasıyla alâkadar olduğunu kendimde gördüm. Çünki, ben vücudum itibariyle ihtiyarlık rikkatinden iki gözümle ağlarken, medresemin yalnız ihtiyarlığı değil, belki vefatından dolayı on gözle ağlamak istiyordum. Ve o şirin vatanımın yarı ölmesiyle, yüz gözle ağlamaya ihtiyacım vardı.
Rivayat-ı Hadisde vardır ki; her sabah bir melaike çağırıyor: yani “Ölmek için tevellüt edip dünyaya gelirsiniz... Harab olmak için binalar yapıyorsunuz” diyor.
İşte bu hakikati, kulağımla değil, gözümle işitiyordum. Evet o vaziyetim, o vakit beni nasıl ağlattırmış; on senedir hayalim o vaziyete uğradıkça yine ağlıyor.
Evet, binler sene yaşamış o ihtiyar kal’anın başındaki menzillerin harab olması ve onun altındaki şehrin sekiz sene zarfında sekiz yüz sene kadar ihtiyarlanması.. Ve kal’a altındaki gayet hayattar ve mecma-ı ahbab olan medresemin vefatı, umum Osmanlı devletinde bütün medreselerin vefatını
Yani: ”Eğer dostlardan müfarakat olmasa idi, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki, gelsin alsın” Demek en ziyade insanı öldüren ahbabtan müfarakattır.
Evet hiç bir şey, beni o vaziyet kadar yandırmamış, ağlatmamış. Eğer Kur’ân’dan, imandan medet gelmeseydi; o gam, o keder, o hüzün ruhumu uçuracak gibi te’sirat yapacaktı.
Eskiden beri şâirler şiirlerinde, ahbablarıyla görüştükleri menzillerin mürûr-ı zamanla harabegâhlarına ağlamışlar.. Bunun en firkatli levhasını da ben gözümle gördüm. İkiyüz sene sonra, gayet sevdiği dostların mahall-i ikametine uğrayan bir adamın hüznüyle hem ruhum, hem kalbim gözüme yardım edip ağladılar. O vakit gözümün önünde harabezare dönmüş yerlerin; gayet ma’mur ve şenlikli ve neşeli ve sürurlu bulunduğu zaman, yirmi seneye yakın en tatlı bir hayatta tedris ile, kıymettar talebelerimle geçirdiğim hayatımın o şirin safahatı birer birer sinema levhaları gibi canlanıp, görünerek, sonra vefat edip gider tarzında, hayalî gözümün önünde epey zaman devam etti. O vakit ehl-i dünyanın haline çok taaccüb ettim. Nasıl kendilerini aldatıyorlar?.. Çünki o vaziyet dünyanın tam fani olduğunu ve insanlar da içinde misafir bulunduğunu bilbedahe gösterdi. Ehl-i hakikatın mütemadiyen: “Dünya gaddardır, mekkârdır, fânîdir, aldanmayınız!” demeleri, ne kadar doğru olduğunu gözümle gördüm. Hem insan nasıl cismiyle, hânesiyle alâkadardır.. Öyle de kasabasıyla, memleketiyle, belki dünyasıyla alâkadar olduğunu kendimde gördüm. Çünki, ben vücudum itibariyle ihtiyarlık rikkatinden iki gözümle ağlarken, medresemin yalnız ihtiyarlığı değil, belki vefatından dolayı on gözle ağlamak istiyordum. Ve o şirin vatanımın yarı ölmesiyle, yüz gözle ağlamaya ihtiyacım vardı.
Rivayat-ı Hadisde vardır ki; her sabah bir melaike çağırıyor: yani “Ölmek için tevellüt edip dünyaya gelirsiniz... Harab olmak için binalar yapıyorsunuz” diyor.
İşte bu hakikati, kulağımla değil, gözümle işitiyordum. Evet o vaziyetim, o vakit beni nasıl ağlattırmış; on senedir hayalim o vaziyete uğradıkça yine ağlıyor.
Evet, binler sene yaşamış o ihtiyar kal’anın başındaki menzillerin harab olması ve onun altındaki şehrin sekiz sene zarfında sekiz yüz sene kadar ihtiyarlanması.. Ve kal’a altındaki gayet hayattar ve mecma-ı ahbab olan medresemin vefatı, umum Osmanlı devletinde bütün medreselerin vefatını
Yükleniyor...