Bir şey daha kaldı ki; dünya cihetinde hakâik-i îmâniyenin neşrindeki vazifedar, makâm sahibi olsa, daha iyi tesir eder denilebilir. Bunda da iki mani’ var:
Birisi: Faraza velayet olsa da; bilerek, isteyerek makâm yapmak tarzında, velayetin mahiyetindeki ihlâs ve mahviyete münafidir. Nübüvvetin vereseleri olan Sahabeler gibi izhar ve da’vâ edemezler, onlara kıyas edilmez.” (Emirdağ Lahikası-1, s: 227.)
“Gerçi manen ben Hazret-i Ali’nin (R.A.) bir veled-i manevisi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed (A.S.M.) bir ma’nada hakiki Nûr şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beyt’ten sayılabilirim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nûr’un mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makâmları arzu etmek ve şanu şerefi kazanmak olmaz ve sırr-ı ihlâsa tam muhalif olmasından, Cenâb-ı Hakk’a hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makâmâta gözümü dikmem ve Nûr’daki ihlâsı bozmamak için, uhrevî makâmât dahi bana verilse, bırakmağa kendimi mecbur biliyorum.” (Emirdağ Lâhikası-1 sh.267) gibi ders ve beyânlardan anlaşılıyor ki, bilerek ve istiyerek büyük makâmları şahsına kabul etmek, sırr-ı ihlâsa uygun düşmediğinden ve bilhassa kendisinin vefatından sonra bazılarının böyle makâmlara göz dikmemek dersini kendi şahsından göstermek için, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri sahib olduğu makâmı şahsına kabul etmemiş, Risale-i Nûr’a vermiştir.
Rüştü Tafral
NETİCE
Mevzûumuzun baş taraflarında, Bediüzzaman Said-i Nursi’nin sülâlesi yalnız beş dedeye kadar yürütülebildiğini ve bu kısacık silsilesinin zâhiri bir Seyyidliklerinin bilinmediğini ve Mardin’in Cizre kazasından, gayr-i muayyen bir tarihte iki âlim zâtın “Nurs” köyüne geldikleri kesin olarak kabul edilse de, o gelen zâtların Seyyidlikleri hakkında bir bilgimizin olmaması, ayrıca şark’ta, hatta Nurslu insanlara ve Üstâd’ın kabilesine bu mes’eleyi sorarak araştırmalarımızda i’timada şayan bir bilgi elde edilmemesi; Üstâd Hazretleri’nin de yukarıda sıralanan kitaplarında yazılı ifadelerinde manevî bir siyâdetten başka ve Sünnet-i Seniyye’ye ittiba’dan ibaret olan bir “Âl” hakikatine mazhariyetinden gayrı maddi ve şecereli bir Seyyidliği te’yid edici bir ifadenin bulunmaması...
Birisi: Faraza velayet olsa da; bilerek, isteyerek makâm yapmak tarzında, velayetin mahiyetindeki ihlâs ve mahviyete münafidir. Nübüvvetin vereseleri olan Sahabeler gibi izhar ve da’vâ edemezler, onlara kıyas edilmez.” (Emirdağ Lahikası-1, s: 227.)
“Gerçi manen ben Hazret-i Ali’nin (R.A.) bir veled-i manevisi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed (A.S.M.) bir ma’nada hakiki Nûr şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beyt’ten sayılabilirim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nûr’un mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makâmları arzu etmek ve şanu şerefi kazanmak olmaz ve sırr-ı ihlâsa tam muhalif olmasından, Cenâb-ı Hakk’a hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makâmâta gözümü dikmem ve Nûr’daki ihlâsı bozmamak için, uhrevî makâmât dahi bana verilse, bırakmağa kendimi mecbur biliyorum.” (Emirdağ Lâhikası-1 sh.267) gibi ders ve beyânlardan anlaşılıyor ki, bilerek ve istiyerek büyük makâmları şahsına kabul etmek, sırr-ı ihlâsa uygun düşmediğinden ve bilhassa kendisinin vefatından sonra bazılarının böyle makâmlara göz dikmemek dersini kendi şahsından göstermek için, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri sahib olduğu makâmı şahsına kabul etmemiş, Risale-i Nûr’a vermiştir.
Rüştü Tafral
NETİCE
Mevzûumuzun baş taraflarında, Bediüzzaman Said-i Nursi’nin sülâlesi yalnız beş dedeye kadar yürütülebildiğini ve bu kısacık silsilesinin zâhiri bir Seyyidliklerinin bilinmediğini ve Mardin’in Cizre kazasından, gayr-i muayyen bir tarihte iki âlim zâtın “Nurs” köyüne geldikleri kesin olarak kabul edilse de, o gelen zâtların Seyyidlikleri hakkında bir bilgimizin olmaması, ayrıca şark’ta, hatta Nurslu insanlara ve Üstâd’ın kabilesine bu mes’eleyi sorarak araştırmalarımızda i’timada şayan bir bilgi elde edilmemesi; Üstâd Hazretleri’nin de yukarıda sıralanan kitaplarında yazılı ifadelerinde manevî bir siyâdetten başka ve Sünnet-i Seniyye’ye ittiba’dan ibaret olan bir “Âl” hakikatine mazhariyetinden gayrı maddi ve şecereli bir Seyyidliği te’yid edici bir ifadenin bulunmaması...
Yükleniyor...