hal ki, meşrutiyet zamanında vücuda gelir, meşrutiyetten neş’et etmesi lâzım gelmez. Hem de hangi şey vardır ki, her cihetle şeriata muvafık olsun! Hangi adam var ki, bütün ahvali şeriat’a mutabık olsun!.. Öyle ise, şahs-ı mânevi olan hükûmet dahi ma’sum olamaz. Ancak Eflatun-u İlahî’nin medine-i fazıla-i hayaliyesinde ma’sum olabilir...”(61)
Bediüzzaman’ın bu cevabî fetvasında hakikaten çok orijinal, İslâm’ın hikmetli siyasetinin icabı olan izahlar mevcuttur. şöyle ki:
Bu cevabı yazdığı zaman, Meşrutiyet’in müdafileri olan İttihad ve Terakkî hükûmeti ve partisi, 31 Mart vak’asını ihdas ettirerek bir çok insanları, hususan İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’nin ileri gelenlerini ezdikleri, hatta Bediüzzaman’ı da i’dam ettirmek gayesiyle, Divan-ı Harb-i Örfi mahkemesine sevk ettikleri.. Ve Bediüzzaman İttihatçıların öylesine tutum ve davranışlarından ümitsizlik içerisinde İstanbul’u terk edip şark’a döndüğü halde, bu mevzu’u 31 Mart’tan bir sene sonra yazmış olmakla birlikte, meseleye şahsî bir renk vererek, hissiyatına kapılıp da bakmamış, küçültmemiştir. Memleketin millî ve içtimaî bir mes’elesi olduğunu unutmamış, İslâmın küllî irşad ve ıslâh metodu olan hikmetli, maslahatlı siyasetini rehber yapmış, hakikati dile getirmiştir. “Kâfirdir, münafıkdır” deyip de İttihadçıları ve hükümetlerini İslâmın dairesi dışına itmemiştir.
Evet, dikkat edilirse Hazret-i Üstâd; “Hangi şey vardır ki, her cihetle şeriata muvafık olsun, hangi adam var ki bütün ahvali şeriata mutabık olsun?” demek sûretiyle, hemen defaten âlemin ahvali mahz-ı şeriat kanunlarıyla idare edilmesinin mümkin olmadığını, belki bu iş zaman ve zemin istediğini belirtmek istediğini anlıyoruz. Öylesi bir tasavvurun, yani bir anda tamamen pürüzsüz şekilde âlemde şeriat’ın her noktasıyla tatbikinin tasavvurunu yapanların, olsa olsa “Ancak Eflatun-u İlahî’nin medine-i fazıla-i hayaliyesinde ma’sum olabilir” ifadesiyle, bazılarının o gibi tasavvurlarının ancak hayal mahsulü bir iş olduğuna işaret etmek istemiştir.
Üstteki şu mes’eleyi biraz daha aydınlığa çıkaran Bediüzzaman Hazretleri’nin şu gelen ifadesidir:
“...Üçyüz âra-i mütekabile ve efkâr-ı mütehalife hak ve maslahattan başka bir şey ile musalâha etmez veya sükût etmez. Hak ve maslahat ise, şeriat’ta esasdır. Fakat kaide-i şeriyesince bazen haram bildiğimiz şey, ilcaa-i zaruretle vâcib olur. Taaffün etmiş parmak kesilir, ta el kesilmesin..”(62)
Bediüzzaman’ın bu cevabî fetvasında hakikaten çok orijinal, İslâm’ın hikmetli siyasetinin icabı olan izahlar mevcuttur. şöyle ki:
Bu cevabı yazdığı zaman, Meşrutiyet’in müdafileri olan İttihad ve Terakkî hükûmeti ve partisi, 31 Mart vak’asını ihdas ettirerek bir çok insanları, hususan İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’nin ileri gelenlerini ezdikleri, hatta Bediüzzaman’ı da i’dam ettirmek gayesiyle, Divan-ı Harb-i Örfi mahkemesine sevk ettikleri.. Ve Bediüzzaman İttihatçıların öylesine tutum ve davranışlarından ümitsizlik içerisinde İstanbul’u terk edip şark’a döndüğü halde, bu mevzu’u 31 Mart’tan bir sene sonra yazmış olmakla birlikte, meseleye şahsî bir renk vererek, hissiyatına kapılıp da bakmamış, küçültmemiştir. Memleketin millî ve içtimaî bir mes’elesi olduğunu unutmamış, İslâmın küllî irşad ve ıslâh metodu olan hikmetli, maslahatlı siyasetini rehber yapmış, hakikati dile getirmiştir. “Kâfirdir, münafıkdır” deyip de İttihadçıları ve hükümetlerini İslâmın dairesi dışına itmemiştir.
Evet, dikkat edilirse Hazret-i Üstâd; “Hangi şey vardır ki, her cihetle şeriata muvafık olsun, hangi adam var ki bütün ahvali şeriata mutabık olsun?” demek sûretiyle, hemen defaten âlemin ahvali mahz-ı şeriat kanunlarıyla idare edilmesinin mümkin olmadığını, belki bu iş zaman ve zemin istediğini belirtmek istediğini anlıyoruz. Öylesi bir tasavvurun, yani bir anda tamamen pürüzsüz şekilde âlemde şeriat’ın her noktasıyla tatbikinin tasavvurunu yapanların, olsa olsa “Ancak Eflatun-u İlahî’nin medine-i fazıla-i hayaliyesinde ma’sum olabilir” ifadesiyle, bazılarının o gibi tasavvurlarının ancak hayal mahsulü bir iş olduğuna işaret etmek istemiştir.
Üstteki şu mes’eleyi biraz daha aydınlığa çıkaran Bediüzzaman Hazretleri’nin şu gelen ifadesidir:
“...Üçyüz âra-i mütekabile ve efkâr-ı mütehalife hak ve maslahattan başka bir şey ile musalâha etmez veya sükût etmez. Hak ve maslahat ise, şeriat’ta esasdır. Fakat kaide-i şeriyesince bazen haram bildiğimiz şey, ilcaa-i zaruretle vâcib olur. Taaffün etmiş parmak kesilir, ta el kesilmesin..”(62)
Yükleniyor...