3- 1962-1963 tarihlerinde Türkiye Cumhuriyeti Diyanet Reisliği’ni yapmış, hukukçu, âlim fazıl, muhterem Tevfik Gerçeker Hoca’nın, Bediüzzamanla ilgili 1918-23 tarihlerine rastlayan bazı hatıraları da şöyledir:
“... 1919 yılı baharında, bizim okuduğumuz şehzadebaşı'ndaki Damat İbrahim Paşa medresesine külâhlı, çizmeli bir zat girdi. Vakit öğleden sonra idi. Ben kendisini karşılayarak: "Buyurun kimi arıyorsunuz?” dedim. “Ben Said-i Kürdî” diye kendini tanıttı. Ben tabiî ismini daha önceden duyduğumdan, hemen buyur ettim ve odama aldım. Arkadaşlara haber gönderdim, hepsi geldiler. Çay yaparak ikram ettim. Bize hitaben: “Bu rutubetli kubbelerin altında tahsil olunmaz. Bu, vücudu ifna eder. Ben Meşihat'ten de izin alarak bir medrese kuracağım, yaz aylarında pınar başlarında çalışacağız. Yaylalar da, ağaç altlarında, kırlarda ders okuyacağız. Kışın da şehre inip hayatımızı kazanacağız. Müteakib yaz, tekrar yaylaya çıkacağız. Siz bu medreseme talebe olarak gelir misiniz?” dedi.
Bu teklif bizim de hoşumuza gitti.. Ne güzel bir düşünce değil mi? “Hay hay geliriz” dedik, teklifini kabul ettik. Bunun üzerine sohbete başladı... Firuz-âbadî'nin Okyanus’unu Bâb-ı Sin’e kadar ezberlediğini söyledi. Harb esnasında yazdığı İşarat-ül İ’caz tefsirini kardeşi Abdülmecid ve diğer talebeleri Diyarbekir'de temize çekerken, bir harp ayetinin üzerinde çalışırken, mürekkeb hokkasının devrildiğini, dökülen mürekkebin bir daire şeklini aldığını, tam o esnada kendisinin Bitlis'te esir düştüğünü, dökülen mürekkebin meydana getirdiği şeklin, kendisinin esaretine işaret ettiğini söyledi.
Ben de o sırada medreseye girişinin sebebini sordum. Üstâd bana: şehzadebaşı'na sinema için geldiğini, henüz saati gelmediğinden vakti gelinceye kadar gezinirken bu boş vakti değerlendirmek için medreseye girdiğini söyledi.
“... 1919 yılı baharında, bizim okuduğumuz şehzadebaşı'ndaki Damat İbrahim Paşa medresesine külâhlı, çizmeli bir zat girdi. Vakit öğleden sonra idi. Ben kendisini karşılayarak: "Buyurun kimi arıyorsunuz?” dedim. “Ben Said-i Kürdî” diye kendini tanıttı. Ben tabiî ismini daha önceden duyduğumdan, hemen buyur ettim ve odama aldım. Arkadaşlara haber gönderdim, hepsi geldiler. Çay yaparak ikram ettim. Bize hitaben: “Bu rutubetli kubbelerin altında tahsil olunmaz. Bu, vücudu ifna eder. Ben Meşihat'ten de izin alarak bir medrese kuracağım, yaz aylarında pınar başlarında çalışacağız. Yaylalar da, ağaç altlarında, kırlarda ders okuyacağız. Kışın da şehre inip hayatımızı kazanacağız. Müteakib yaz, tekrar yaylaya çıkacağız. Siz bu medreseme talebe olarak gelir misiniz?” dedi.
Bu teklif bizim de hoşumuza gitti.. Ne güzel bir düşünce değil mi? “Hay hay geliriz” dedik, teklifini kabul ettik. Bunun üzerine sohbete başladı... Firuz-âbadî'nin Okyanus’unu Bâb-ı Sin’e kadar ezberlediğini söyledi. Harb esnasında yazdığı İşarat-ül İ’caz tefsirini kardeşi Abdülmecid ve diğer talebeleri Diyarbekir'de temize çekerken, bir harp ayetinin üzerinde çalışırken, mürekkeb hokkasının devrildiğini, dökülen mürekkebin bir daire şeklini aldığını, tam o esnada kendisinin Bitlis'te esir düştüğünü, dökülen mürekkebin meydana getirdiği şeklin, kendisinin esaretine işaret ettiğini söyledi.
Ben de o sırada medreseye girişinin sebebini sordum. Üstâd bana: şehzadebaşı'na sinema için geldiğini, henüz saati gelmediğinden vakti gelinceye kadar gezinirken bu boş vakti değerlendirmek için medreseye girdiğini söyledi.
Yükleniyor...