Evet, Bediüzzaman Hazretleri az üstte, Onbirinci Rica'nın baş tarafında sergüzeşt-i hayatının en mühim kısmı olan o hadiseleri kaydettikten sonra, bahsin nihayetinde şöyle der:
“Saç ve sakalımdaki beyaz kılların ve bir vefadarın sadakatsizliği neticesinde, o şa'şaalı ve zahiren tatlı ve süslü İstanbul'un hayat-ı dünyeviyesinin ezvakından bir nefret geldi. Nefis meftun olduğu ezvakın yerinde, ma'nevi ezvak aradı. Bu ehl-i gafletin nazarında soğuk ve ağır ve nahoş görünen ihtiyarlıkta bir teselli, bir nur istedi. Felillahilhamd, Cenab-ı Hakk'a yüzbin şükür olsun; bütün o hakikatsiz, tatsız, âkibetsiz ezvak-ı dünyeviye yerine; hakikî, daimî ve tatlı ezvak-ı imâniyeyi Lailahe illa hu’da ve nur-u tevhidde bulduğum gibi; ehl-i gafletin nazarında soğuk ve sakil görünen ihtiyarlığı, o nur-u tevhid ile çok hafif ve hararetli ve nurlu gördüm...”
Bu ahirki izah ile, Bediüzzaman’ın artık Yeni Said âlemine girdiğinin açık delilidir.
2- Üstâd’ın o dönem hayat hatıralarını daha vâzıh bir şekilde gösteren Yirmi Altıncı Lem'a’nın Sekizinci Ricası’dır, şöyle yâ da getirmektedir:
“...İhtiyarlığın alameti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir zamanda, gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaştıran Harb-i Umumî'nin dağdağaları ve esaretimin keşmekeşlikleri ve sonra İstanbul’a geldiğim vakit, ehemmiyetli bir şan ü şeref vaziyeti; hatta Halife’den, şeyh-ül İslâm’dan, Başkumandan’dan tut, ta medrese talebelerine kadar haddimden çok ziyade bir hüsn-ü teveccüh ve iltifat gösterdikleri cihetle; gençliğin sarhoşluğu ve o vaziyetin verdiği halet-i ruhiye o uykuyu o derece kalınlaştırmıştı ki; adeta dünyayı daimî, kendimi de lâyemutane dünyaya yapışmış bir vaziyet-i acîbede görüyordum.
Yükleniyor...