“TEşHiS-üL iLLET
Hutbe-i şamiye'nin Arabî zeylinde, gayet lâtif bir temsil ile, imândan gelen manevi ve kırılmaz bir kahramanlık gösteriyor. Bu mes'elemiz münasebetiyle bir hülâsasını beyan ediyoruz:
Hürriyet'in başında Sultan Reşad'ın Rumeli’ye seyahatı münasebetiyle, Vilâyât-ı şarkiye namına ben de refakat ettim. şimendiferimizde iki mektepli mütefennin arkadaşla bir mübahese oldu. Benden sual ettiler ki: “Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?”
O zaman dedim: Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehiddir. İtibarî, zahirî, ârizî bir ayrılık var. Belki din milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hamiyet-i diniye avam ve havassa şâmil oluyor, hamiyet-i milliye yüzden birisine, yani menafi-i şahsiyesini millete feda edene hâs kalır. Öyle ise, hukuk-ı umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye ona hâdim ve kuvvet ve kal'ası olmalı. Husûsan biz şarklılar Garblılar gibi değiliz. İçimizde kalblere hâkim hiss-i dinîdir. Kader-i ezelinin ekser enbiyayı şark’a göndermesi işaret ediyor ki: Yalnız hiss-i dinî şark’ı uyandırır, terakkiye sevk eder. Asr-ı saadet ve tabiîn onun bir burhan-ı kat’îsidir.
Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım geldiğini soran bu şimendifer denilen medrese-i seyyarede ders arkadaşlarım ve şimdi zamanın şimendiferinde istikbal tarafına bizimle beraber giden bütün mektepliler! Size de derim ki:
“Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamiyle mezc olmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye en kuvvetli ve metin ve arştan gelmiş bir zincir-i nuranîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvet-ül vüskadır. Tahrib edilmez, mağlub olmaz bir kudsî kal'adır.” dediğim vakit, o iki münevver mektep muallimleri bana dediler: “Delilin nedir? Bu büyük davaya büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil lâzım, delil nedir?”
Birden şimendiferimiz tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık, pencereden baktık, altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. 0 iki muallim arkadaşlarıma dedim: İşte bu çocuk lisan-ı haliyle sualimize tam cevab veriyor. Benim bedelime o ma'sum çocuk bu seyyar medresemizde Üstâdımız olsun. İşte lisan-ı hali bu gelecek hakikati der:
Hutbe-i şamiye'nin Arabî zeylinde, gayet lâtif bir temsil ile, imândan gelen manevi ve kırılmaz bir kahramanlık gösteriyor. Bu mes'elemiz münasebetiyle bir hülâsasını beyan ediyoruz:
Hürriyet'in başında Sultan Reşad'ın Rumeli’ye seyahatı münasebetiyle, Vilâyât-ı şarkiye namına ben de refakat ettim. şimendiferimizde iki mektepli mütefennin arkadaşla bir mübahese oldu. Benden sual ettiler ki: “Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?”
O zaman dedim: Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehiddir. İtibarî, zahirî, ârizî bir ayrılık var. Belki din milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hamiyet-i diniye avam ve havassa şâmil oluyor, hamiyet-i milliye yüzden birisine, yani menafi-i şahsiyesini millete feda edene hâs kalır. Öyle ise, hukuk-ı umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye ona hâdim ve kuvvet ve kal'ası olmalı. Husûsan biz şarklılar Garblılar gibi değiliz. İçimizde kalblere hâkim hiss-i dinîdir. Kader-i ezelinin ekser enbiyayı şark’a göndermesi işaret ediyor ki: Yalnız hiss-i dinî şark’ı uyandırır, terakkiye sevk eder. Asr-ı saadet ve tabiîn onun bir burhan-ı kat’îsidir.
Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım geldiğini soran bu şimendifer denilen medrese-i seyyarede ders arkadaşlarım ve şimdi zamanın şimendiferinde istikbal tarafına bizimle beraber giden bütün mektepliler! Size de derim ki:
“Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamiyle mezc olmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye en kuvvetli ve metin ve arştan gelmiş bir zincir-i nuranîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvet-ül vüskadır. Tahrib edilmez, mağlub olmaz bir kudsî kal'adır.” dediğim vakit, o iki münevver mektep muallimleri bana dediler: “Delilin nedir? Bu büyük davaya büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil lâzım, delil nedir?”
Birden şimendiferimiz tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık, pencereden baktık, altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. 0 iki muallim arkadaşlarıma dedim: İşte bu çocuk lisan-ı haliyle sualimize tam cevab veriyor. Benim bedelime o ma'sum çocuk bu seyyar medresemizde Üstâdımız olsun. İşte lisan-ı hali bu gelecek hakikati der:
Yükleniyor...