şer’iyye, Kur’ân’ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müdhiş musibeti defeder diye düşünüp öylece çalışmış.”(135)

Üçüncü örnek:

“İkincisi: Kırk sene evvel(136) tekrar ile derdim: “Bir nur göreceğiz” büyük müjdeler verirdim. O nuru büyük daire-i vataniyede zannederdim. Halbuki o nur, Risale-i Nur idi. Nur şakirdlerinin dairesini, umum vatan ve memleket siyasî dairesini tahmin edip sehvetmiştim.“(137)

Dördüncü örnek: “...Eski Said bir hiss-i kablel vuku’ ile iki acib hadiseyi hissetmiş. Fakat rü’ya-yı sadıka gibi tabire muhtaç imiş. Nasıl bir kırmızı perde ile beyaz ve siyah bir şeye bakılsa, kırmızı görünür. O da siyaset-i İslâmiye perdesiyle o hakikate bakmış.

Birincisi: Bu Osmanlı ülkesinde büyük bir parlak nur çıkacak, hatta Hürriyet’ten evvel pek çok defa talebelerine tesellî vermek için “Bir nur çıkacak. Gördüğümüz bütün fenalıklara karşı bu vatana saadeti te’min edecek” diyordu. İşte kırk sene sonra Risale-i Nur o hakikati kör gözlere dahi gösterdi...

İkincisi: Kırk sene evvel, Eski Said bu matbu’ kitabetlerinde, İşarat-ül-İ’caz’ın başındaki ifade-i meramında(138) vesair eserlerinde musırrane ve mükerreren talebelerine diyordu ki: “Hem maddî hem manevî büyük bir zelzele-i içtimaiye ve beşerî olacak. Benim dünya terki ile inzivamı ve mücerred kalmamı gıbta edecekler” diyordu”(139)

Burada, hâtıra bir sual gelebilir ki: Acaba Bediüzzaman’ın istikbale ma’tuf bu ihbarları neye istinadendir? Bir keşif ve keramet mi? Yoksa dahî siyasîler ve harika mücahid ediblerin dünya entrikalarından ve gidişatlarından hissettikleri gibi, akıl ferasetiyle hissettiği bir görüş müdür? Yahut hâşâ bir kehanet midir?..

Biz aczimizin idraki içerisinde olarak, bu suali cevablandıracak değiliz. Fakat kehanet mes’elesi, Bediüzzaman gibi bir ma’nevî sultanın; bir ilim ve hakikat hâkiminin, bir içtimaiyyat ve idare-i âlem dahî-i a’zamının yüce damenine erişmediğini, erişemeyeceğini.. Ve bütün hayatında delilsiz bir da’vayı iddia etmemiş kudsî bir dehayı taşıyan bir zâtın ilmine, nezahetine, şaibesiz, pürüzsüz ilmî vakar ve yüce şahsiyetine leke getirecek safsataya tenezzül etmesi imkân ve ihtimal dışı olması lâzımdır. Öyle ise o ihbar, ya onun keskin basiret ve nâfiz olan kalbî ve ruhî keşfine, müşahedesine müsteniddir. Yahut da aklî dehasının feraset ve idrâkine ma’tufdur. Belki olabilir ki; onun ittihad eden kalb ve aklının keşf, istihrac ve nüfuzuna raci’dir denilebilir. Her ne ise...

Yükleniyor...