şanlı olan ittihad-ı millete bozulmuş olan bazı efkâr ve ahlâklarına binaen bir hastalığa hedef edecektir.

İkincisi: Ben Kürdistan dağlarında büyümüş idim. Merkez-i Hilâfeti güzel tahayyül ediyordum. Vakta bundan yedi sekiz ay mukaddem Dersaadet’e geldim, gördüm ki; İstanbul tevahhuş ve tenafür-ü kulûb sebebiyle medenî libası giymiş vahşî bir adama benzerdi. şimdi ittihad-ı millî sebebiyle medenî adam, fakat yarı medenî ve yarı vahşî libasında bize arz-ı didar ediyor. Evvel Kürdistan’da fenalığın sebebi, Kürdistan uzvu hastalanmış zannediyordum. Vakta ki, hasta olan İstanbul’u gördüm, nabzını tuttum, teşrih ettim, anladım ki; kalbdeki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedavisine çalıştım, bir divanelikle taltif edildim.

Hem de gördüm ki; medeniyet-i hakikiyeyi teşkil eden İslâmiyet, maddî cihetinde medeniyet-i hazıradan pek geri kalmış. Güya İslâmiyet sû-i ahlâkımızdan darılmış, mazî tarafına dönüp gidiyor, Zaman-ı Saadet’e bizi şikâyet edecektir. Bunun en büyük sebebi: istibdattan sonra, mürşid-i umumî üç büyük şubeninki; (Cümlenin maksûdu bir, amma rivayat muhtelif) veyahut beytinin masadaki olan ehl-i medrese, ehl-i mektep ve ehl-i tekyenin tebayün-ü efkârı ve tahalûf-ü meşaribidir. Bu tebayün-ü efkâr, ahlâk-ı İslâmiyenin esasını sarsmış ve ittihad-ı milleti çatallaştırmış ve terakkiyat-ı medeniyeden geri bırakmıştır. Zira biri ifrat ile diğerini tadlil ediyor.. Ve öteki tefrit ile onu techil ve gayr-ı mu’temed addediyor.

Bunun çaresi: Tevhid ile tevahhüd ve efkârlarının mabeyninde te’yid-i münasebet ile müsalâha... ta i’tidal noktasında müsafaha ile birleşmekle ahenk-i terakkiyi ihlâl etmesinler.

Üçüncüsü: Ben vaizleri dinledim. Nasihatleri bana te’sir etmedi, düşündüm: kasavet-i kalbimden başka (üç sebeb) buldum.

Birincisi: Zaman-ı hazırayı zaman-ı salifeye kıyas ederek, yalnız tasvir-i mûddeayı parlak, mübalağalı gösteriyorlar. Te’sir ettirmek için isbat-ı mûddea ve ikna-i müteharri-i hakikat lâzım iken ihmal ediyorlar.

İkincisi: Bir şeyi terğib veya terhib etmekle, ondan daha mühim bir şeyi tenzil edeceklerinden, müvazene-i şeriati muhafaza etmiyorlar.

Üçüncüsü: Belağatın muktezası olan muktaza-yı hâle mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasib söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.

Hasıl-ı kelâm: Büyük vâizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, ta isbat ve ikna’ etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı, ta müvazene-i şeriatı bozmasın. Hem belîğ-i mukni’ olmalı, ta muktaza-yı hâl ve ilcaât-ı zamana

Yükleniyor...