Bunun da çaresi; mekâtibte ulûm-u diniyeyi bihakkın okutmak.. ve medâris de lüzumsuz kalan hikmet-i atikaya bedel, bazı fünûn-u lazi-me-i cedide tahsil olunmak.. ve tekyelerde mütebahhirîn ulemâ bulunmaktır. Bu takdirde şuabat-ı selâse, yek-aheng-i terakkî olarak kat-ı meratib etmek kaviyyen me’muldur.
İkinci fıkir: Va’izlere aittir, ki bunlar müderris-i umumîdir. Bunların nesayihinde kendimce bir te’sir his etmedim. Düşündüm, kasavet-i kalbimden başka üç sebep buldum.
Birisi: Asr-ı hâzırayı zaman-ı sâlifeye kıyasen, yalnız tasvir-i müddea ve parlak göstermektir.. Halbuki zaman-ı salifde safa-yı kalb ve taklid-i ulemâ hüküm-fermâ idi. Bunlara delil lâzım değil idi. şimdide herkeste bir meyl-i taharri-i hakikat peyda olmuş. Bunlara karşı tasvir-i müddea te’sir etmez. Ancak te’sir ettirmek için, isbat-i müddeâ ve ikna’ lâzımdır.
İkinci sebep: Bir şeyi’ terğib veya terhib etmekle, ondan daha mühim şeyi tenzil etmektir. Meselâ: “Bir gece iki rek’at namaz kılmak, haccı tavaf etmek.. veya kim gıybet etse, zina etmiş gibi”dir derler...
Üçüncüsü: Belâgatin muktezası olan mukteza-yi hâle mutabık ve ilcaat-ı zamana muvafık söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar. Demek istiyorum ki: Vâiz, hem â’lim-i muhakkik olmalı ki, tâ isbat-i müddea etsin. Hem hakîm-i müdakkik, tâ müvazene-i şeriatı bozmasın. Hem de beliğ-ı mukni’ olması şarttır.
Dördüncüsü: “Zihnim perişandır” demiştim. Halbuki bu cümleden maksadım, kuvve-i hâfızama nisyan tareyani ve zihnimdeki sıkıntı ve
Yükleniyor...