Bediüzzaman’ın üzerine celb oldu. Artık herkesin dilinde büyük bir haber olarak “Bediüzzaman Said-i Kürdî her suale cevab veriyor” şeklinde cereyan ediyordu. Tabiî Mabeyn de onun her hal ve hareketini ta’kibden geri durmuyordu. Neticede bir plân düşündüler: “Böyle herşeyi bilen, her suale cevab veren delidir” diye Bedıüzzaman’ın üzerinden takdir ve hayret nazarlarını gidermek için akıl hastahanesine sevke karar verdiler.
“Mevlid Nasıl okunur ve Mevlûdhanlar” kitabının müellifi Hafız Ali Rıza Sağman Efendi, bu hadise ile ilgili bir hâtırasını şöyle anlatır:
“1907 kişi idi sanıyorum, İstanbul’un ilmî mahfellerinde, hele medrese bucaklarında birden bire ma’nalı bir fısıltı, ilgilendirici bir dedikodu elektrik hızı ile ağızlara yayıldı, kulakları doldurdu:
“Kürdistan’dan bir adam gelmiş, yaşça çok genç olduğu halde, ilimce kendisine çıkan yokmuş. Bu yaşta bu kadar geniş ilim, ancak “Vehbî” (Allah vergisi) olabilirmiş. Bu zâtın kılığı, kıyafeti de dikkat ve hayret çekici imiş. Kendisini görenler, “hammal” zannediyormuş. Çünki çenesinde sakal, başında sarık, sırtında cübbe, ayaklarında şalvar yokmuş. Bu adam bir hârika imiş.
Adı, “Said” lâkabı “Bediüzzaman” imiş...”
O tarihte biz çocuktuk. Hakkında tılsımlı haberler duyduğumuz bu zâtı görmek sevdasının zebûnu olduk. Fakat işittik ki, hâinler bu zâtı göz hapsine almışlar. Her yerde serbest gezemiyormuş. Çemberlitaş tarafında bir han odasında oturuyormuş, falan...”
Meşrutiyet’ten sonra, bu zâtı görmek, konferanslarını dinlemek nasib oldu. Birinci Cihan Harbi’nden evvel kendisinin elini öpmek de müyesser oldu.”(11)
İşte Bediüzzaman, nâdire-i cihan, allame-i Devran; basit düşünen Mabeynin basit bir planının kurbanı olarak emraz-ı akliyede (Akıl hastahanesinde)
“Mevlid Nasıl okunur ve Mevlûdhanlar” kitabının müellifi Hafız Ali Rıza Sağman Efendi, bu hadise ile ilgili bir hâtırasını şöyle anlatır:
“1907 kişi idi sanıyorum, İstanbul’un ilmî mahfellerinde, hele medrese bucaklarında birden bire ma’nalı bir fısıltı, ilgilendirici bir dedikodu elektrik hızı ile ağızlara yayıldı, kulakları doldurdu:
“Kürdistan’dan bir adam gelmiş, yaşça çok genç olduğu halde, ilimce kendisine çıkan yokmuş. Bu yaşta bu kadar geniş ilim, ancak “Vehbî” (Allah vergisi) olabilirmiş. Bu zâtın kılığı, kıyafeti de dikkat ve hayret çekici imiş. Kendisini görenler, “hammal” zannediyormuş. Çünki çenesinde sakal, başında sarık, sırtında cübbe, ayaklarında şalvar yokmuş. Bu adam bir hârika imiş.
Adı, “Said” lâkabı “Bediüzzaman” imiş...”
O tarihte biz çocuktuk. Hakkında tılsımlı haberler duyduğumuz bu zâtı görmek sevdasının zebûnu olduk. Fakat işittik ki, hâinler bu zâtı göz hapsine almışlar. Her yerde serbest gezemiyormuş. Çemberlitaş tarafında bir han odasında oturuyormuş, falan...”
Meşrutiyet’ten sonra, bu zâtı görmek, konferanslarını dinlemek nasib oldu. Birinci Cihan Harbi’nden evvel kendisinin elini öpmek de müyesser oldu.”(11)
İşte Bediüzzaman, nâdire-i cihan, allame-i Devran; basit düşünen Mabeynin basit bir planının kurbanı olarak emraz-ı akliyede (Akıl hastahanesinde)
Yükleniyor...