bir ateşpare-i zekâ’nın İstanbul âfakında rü’yet edildiği haberi etrafa aksetmiş ve fıtraten mütecessis olan ba’zı kimseler, o hârika-i fıtratı peyapey gördükçe, mader-i hilkatin hazain-i lâ-tefnasındaki sahaveti bir türlü hazmedemeyenler, Kürdistan kıyafetinde, o şal ve şalvar altında, öyle bir kânun-u dehanın ihtifa edebileceğini bir türlü anlayamıyarak; bir kısım adamlar ona, “Mecnun” demişlerdi.

Said-i Kürdî, fi-lvâki’ ifrat-ı zekâ itibariyle hudud-u cünûnda idi. Fakat, öyle bir cünûn ki: “Onun ulvî ruh ve kemâl-i aklına işarettir” diye bir zât şu mısralarında tercüman-ı zişanı olmuştur:

Cünûn başımda yanar, ateş-i maâlîdir,

Cünûn başımda benim bir zekâ-yı âlidir.

Benim cünûnuma rehber ziyâ-yı ulvîyyet,

Benim cünûnumu bekler azîm bir niyet...

Evet Said-i Kürdî İstanbul’a şûrezar Vilâyât-ı şarkiye’nin maarifsizlikle öldürülmek istenilen, Yıldız siyasetlerine istikamet vermek azmiyle gelmişti. Daha İstanbul’a gelmeden Van’dan, Bitlis’ten, Mardin’den defatla nefy olunmasından, İstanbul’a gelmesiyle beraber(Merhûm) Sultan Abdülhamîd tarafından sûret-i ciddiyede tarassut altına aldırıldı. Birkaç kere tevkif edildi. Nihayet bir gün geldi, Said-i Kûrdî’yi İsküdar’a Toptaşı’na yolladılar. Çünki, hapishanede ikaz edilecek kimseler bulunmak muhtemeldi. Tımarhaneden iki de bir, çıkartılıyor; maaş, rütbe tebşir ediliyor... Hazret-i Said: “Ben memleketimde mektep-medrese açtırmak üzere geldim, başka bir dileğim yoktur. Bunu isterim, başka bir şey istemem”, diyordu... Ta’bir-i aherle Bediüzzaman iki şey istiyordu. Vilâyât-ı şarkiye’nin her tarafında mektepler, medreseler açtırmak istiyor ve başka bir şey almamak istiyordu...

Arş-ı kanaat oldu behişt-i gına bize

Biz etmeyiz zemin-i müdaraya ol emin,

Mansıbların, makâmların en bülendidir,

Hizmet-i îmân ile âsayiş ve saâdeti temin...

şehzadebaşı’nda şemâtetle konferans verildiği gece, kemal-i mehabetle sahneye çıkıp irad ettiği nutk-u beliğ-i bîtarafane, Said’in ihatâ-i ilmiyesi kadar hamâset ve fedakârlıkta da ileri olduğunu teyid eder. Gerek o gece, gerek menhus Otuzbir Mart’ta cihan-değer nasihatlariyle ortaya atılan hoca-i dânâya; böyle tehlikeli bir anda vücud-u kıymetdarının sıyaneti, nefean-lil- umum elzem olduğu halde.. ve ihtar edildiği zaman: “En büyük ders, doğruluk yolunda ölümünü istihkar dersi vermektir...”

Yükleniyor...