zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. O zâtın hali, benim hâlime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime devâ buldum. Yalnız İmam bu mektublarında tavsiye ettiği gibi, çok mektublarında musırrane şunu tavsiye ediyor: “Tevhid-i kıble et.” (Yani: Birini Üstâd tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma). şu en mûhim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahvâl-i ruhiyyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: “Bunun arkasından mı, yoksa, ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim?” Tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı câzibedar hasiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle kalbime geldi ki: “Bu muhtelif turûkların başı ve bu cedvellerin menba’ı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur’ân-i Hakîm’dir. Hakiki Tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşid de ve en mukaddes Üstâd da o’dur. Ona yapıştım. Nakıs ve perişan isti’dadım elbette lâyıkıyla o mürşid-i hakikinin ab-ı hayat hükmündeki feyzini mass edip alamıyor. Fakat ehl-i kalb ve sahib-i hâlin derecatına göre o feyzi, o ab-ı hayatı yine O’nun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur’ân’dan gelen o Sözler ve o Nûrlar, yalnız aklî mesail-i ilmiyye değil, belki kalbî, ruhî, halî mesail-i îmâniyyedir.. Ve pek yüksek ve kıymetdar maarif-i İlahiyye hükmündedirler...“(65)
3- “... Sahabelerin ve tabiîn ve teba-i tabiîn’den en yüksek mertebeli Velâyet-i Kübra sahibi olan zâtlar, nefs-i Kur’ân’dan bütün letâiflerinin hisselerini aldıklarından ve Kur’ân onlar için hakikî ve kâfî bir mürşid olduğundan gösteriyor ki: Her vakit Kur’ân-ı Hakîm, hakikatleri ifade ettiği gibi, velâyet-i kûbra feyizlerini dahi ehli olanlara ifaza eder.
Evet, zâhirden hakikate geçmek iki suretledir:
Biri: Tarikat berzahına girip, seyr-i sülûk ile kat-ı merâtib ederek hakikate geçmektir...
İkinci sûret: Doğrudan doğruya, tarikat berzahına uğramadan, lûtf-u İlâhî ile hakikate geçmektir ki; Sahabeye ve tabiîne hâs ve yüksek ve kısa tarik şudur. Demek hakaik-ı Kur’âniyye’den tereşşuh eden Nûrlar ve o Nûrlara tercümanlık eden Sözler, o hassaya malik olabilirler ve maliktirler...(66)
4- “... Eski Harb-i Umumiden evvel ve evâilinde, bir vâkıa-i sadıkada görüyorum ki; “Ararat Dağı” denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağ, mûthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhûm validem yanımdadır.. Dedim: “Ana korkma! Cenâb-ı Hakk’ın emridir, O Rahimdir ve Hakimdir.”
3- “... Sahabelerin ve tabiîn ve teba-i tabiîn’den en yüksek mertebeli Velâyet-i Kübra sahibi olan zâtlar, nefs-i Kur’ân’dan bütün letâiflerinin hisselerini aldıklarından ve Kur’ân onlar için hakikî ve kâfî bir mürşid olduğundan gösteriyor ki: Her vakit Kur’ân-ı Hakîm, hakikatleri ifade ettiği gibi, velâyet-i kûbra feyizlerini dahi ehli olanlara ifaza eder.
Evet, zâhirden hakikate geçmek iki suretledir:
Biri: Tarikat berzahına girip, seyr-i sülûk ile kat-ı merâtib ederek hakikate geçmektir...
İkinci sûret: Doğrudan doğruya, tarikat berzahına uğramadan, lûtf-u İlâhî ile hakikate geçmektir ki; Sahabeye ve tabiîne hâs ve yüksek ve kısa tarik şudur. Demek hakaik-ı Kur’âniyye’den tereşşuh eden Nûrlar ve o Nûrlara tercümanlık eden Sözler, o hassaya malik olabilirler ve maliktirler...(66)
4- “... Eski Harb-i Umumiden evvel ve evâilinde, bir vâkıa-i sadıkada görüyorum ki; “Ararat Dağı” denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağ, mûthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhûm validem yanımdadır.. Dedim: “Ana korkma! Cenâb-ı Hakk’ın emridir, O Rahimdir ve Hakimdir.”
Yükleniyor...