1- Mesnevi-i Arabî-i Nûrî’nin mukaddemesinde:

“Kırk elli sene evvel, Eski Said ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için, hakikat’ül-hakâike karşı ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünki aklı, fikri hikmet-i felsefe ile bir derece yaralı idi. Tedavî lâzımdı. Sonra hem kalben hem aklen hakikate giden bazı büyük ehl-i hakikatin arkasından gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı câzibedar bir hassası var. Hangisinin arkasında gideceğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbanî de ona gaybî bir tarzda: “Tevhid-i kıble et!” demiş. Yani yalnız bir Üstâd’ın arkasından git! O çok yaralı Eski Said’in kalbine geldi ki: “Üstâd-ı Hakikî Kur’ândır. Tevhid-i kıble bu Üstâd ile olur” diye yalnız o Üstâd-ı kudsînin irşadı ile hem kalbi, hem ruhu gayet garib bir tarzda sülûke başladılar...“

2- “... Bundan otuz sene evvel, Eski Said’in gâfil kafasına mûthiş tokatlar indi. kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Meded istedi, bir yol aradı, bir halaskâr taharri etti.. Gördü ki, yollar muhtelif.. tereddütte kaldı. Gavs-ı A’zam olan şeyh-i Geylanî Radiyallahü Anhü’nün “Fütûh-ul Gayb” nâmındaki kitabıyla tefe’ül etti. Tefe’ülde şu çıktı: Acîbtir ki; o vakit ben, Dar’ûl-Hikmet’il İslâmiye a’zâsı idim. Güya ehl-i İslâmın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvelâ kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir.

İşte Hazret-i şeyh bana der ki: “Sen kendin hastasın, kendine bir tabib ara!” Ben dedim: “Sen tabibim ol” tuttum, kendimi ona muhatâp addederek, o kitabı bana hitab ediyor gibi okudum.. Fakat kitabı çok şiddetli idi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatâp ederek okudum. Bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum. Fakat sonra, ameliyat-ı şifakâraneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci Üstâdımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim.. Ve onun virdini ve mûnacaatını dinledim, çok istifaza ettim...

...Sonra İmam-ı Rabbanî’nin “Mektubât” kitabını gördüm, elime aldım. Halis bir tefe’ûl ederek açtım. Acaibtendir ki, bütün Mektubâtında yalnız iki yerde “Bediüzzaman” lafzı var. O iki mektup bana birden açıldı. Pederimin ismi “Mirza” olduğundan o mektupların başında “Mirza Bediüzzaman’a mektub” diye yazılı olarak gördüm. Fesübhanallah! dedim, bu bana hitab ediyor. O zaman Eski Said’in bir lâkabı “Bediüzzaman” idi. Halbuki hicretin üçyüz senesinde, Bediüzzaman-ı Hemedanîden başka o lâkabla iştihar etmiş zâtları bilmiyordum. Halbuki İmam’ın

Yükleniyor...