Yine bu mânâyı te’yiden Üstâd hazretleri kendi mübarek şahsiyetiyle ilgili olarak 26. Mektubun ikinci mebhasında(3) şöyle diyor:
“Bu bîçâre kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar.
Birincisi: Kur’ân-ı Hakîm’in hazine-i âlîsinin dellalı cihetindeki muvakkat, sırf Kur’ân’a ait bir şahsiyetim var. O dellallığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil, ben sahip değilim. Belki, o makâmın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu nevi’den ne görseniz benim değil, onunla bana bakmayınız, o makâmındır.
İkinci şahsiyet: Ubudiyet vaktinde dergâh-ı İlahiyye’ye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakk’ın ihsaniyle bir şahsiyet veriliyor ki; o şahsiyet bazı âsarı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubudiyetin esası olan: “Kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlahiyye’ye iltica etmek” noktalarından geliyor ki; o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, aciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü sena etse, beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemalim.
Üçüncüsü: Hakiki şahsiyetim, yani: Eski Said’in bozması bir şahsiyetim var ki; o da Eski Said’den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazan riyaya, hubb-ı câha bir arzu bulunuyor. Hem, asîl bir hanedandan olmadığımdan, hisset derecesinde iktisad ile düşkün ve pest ahlâklar görünüyor...”
İşte, bu kısa izahdan sonra, İslâm dini tarihinde yıldızlar gibi parlayan büyük şahsiyetlerin, herbirisinin ayrı ayrı evsafı ve mertebeleri olduğu için, bazıları daha çok maneviyat âleminde feyz, sır, keşfiyât, müşahedât ve münâcât
Yükleniyor...