Bu itibarla, din büyüklerinin hayat hikâyeleri, sergüzeştleri ve menkıbeleri çok haklı olarak yazılıp neşredilmiş olması elbette layıktır ve yerinde bir iştir. Ama din büyüklerinin hayat hikâyeleri sadece ve mücerred beşerî vasıfları ihtiva eden sergüzeştleri ile, yani bazı ehl-i dünya gibi sadece millî ve dünyevi bazı hizmetleri ve hamasî yönleriyle nazara vermek yanlış olur. Çünki; gerçek manada olan din büyükleri, sair insanlar gibi sadece malûm olan beşerî muamelât ve sıfatta mahbus değildir. Onlarda kalb ve ruh âlemleri, Kur’ân’ın nuruyla aydınlandığı ve inbisat ettiği için, insaniyyetin ulvî mertebelerinde evsaf gösterirler. Bu durumda doğru olan, hurafe ve mübalağalardan arındırılmış “menkıbe” tabir edilen yüksek hasletlerinin, âlî seciyelerinin, hayatlarıyla beraber ele alınması şart ve lâzımdır.
Bu hakikatı, Hazret-i Üstâd Bediüzzaman, Peygamber-i zişan (A.S.M.) Efendimizin siyer-i seniyesiyle ilgili olarak şöyle dile getiriyor:
“...Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ahvâl ve evsâfı, siyer ve tarih sûretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsâf ve ahvâl-i galibî beşeriyetine bakar. Halbuki o zât-ı mübârekin şahs-ı mânevisi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranîdir ki; siyer ve tarihte beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor. O yüksek kıymete muvafık düşmüyor. Çünki;
افاَلسَّبَبِ كَالْفَاعِلِ
sırrınca: Her gün, hatta şimdi de, bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azîm ibadet sâhife-i kemalâtına ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i ilâhiyyeye nihayetsiz bir sûrette, nihayetsiz bir istidat ile mazhar olduğu gibi, hergün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor... Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Halık-ı Kâinatın tercümanı ve sevgilisi olan O zât-ı mübarekin tamam-ı mahiyeti ve hakikat-ı kemalâtı siyer ve tarihe geçen beşerî ahvâl ve etvâra sığışmaz. Mesela: Hazret-i Cebrail ve Mikail, iki muhafız yaver hükmünde Gazve-i Bedir’de yanında bulunan bir zât-ı mübarek; çarşı içinde, bedevî bir Arabla at mübayaasında münazaa etmek, bir tek şâhid olan Huzeyfe’yi şâhid göstermekle görünen etvâr içinde sığışmaz.
İşte, yanlış gitmemek için her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibariyle işitilen evsaf-ı adiye
{}
içinde başını kaldırıp hakiki mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş nûranî şahsiyet-i maneviyesine bakmak lâzımdır. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer...”
{}
Bu hakikatı, Hazret-i Üstâd Bediüzzaman, Peygamber-i zişan (A.S.M.) Efendimizin siyer-i seniyesiyle ilgili olarak şöyle dile getiriyor:
“...Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ahvâl ve evsâfı, siyer ve tarih sûretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsâf ve ahvâl-i galibî beşeriyetine bakar. Halbuki o zât-ı mübârekin şahs-ı mânevisi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranîdir ki; siyer ve tarihte beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor. O yüksek kıymete muvafık düşmüyor. Çünki;
افاَلسَّبَبِ كَالْفَاعِلِ
sırrınca: Her gün, hatta şimdi de, bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azîm ibadet sâhife-i kemalâtına ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i ilâhiyyeye nihayetsiz bir sûrette, nihayetsiz bir istidat ile mazhar olduğu gibi, hergün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor... Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Halık-ı Kâinatın tercümanı ve sevgilisi olan O zât-ı mübarekin tamam-ı mahiyeti ve hakikat-ı kemalâtı siyer ve tarihe geçen beşerî ahvâl ve etvâra sığışmaz. Mesela: Hazret-i Cebrail ve Mikail, iki muhafız yaver hükmünde Gazve-i Bedir’de yanında bulunan bir zât-ı mübarek; çarşı içinde, bedevî bir Arabla at mübayaasında münazaa etmek, bir tek şâhid olan Huzeyfe’yi şâhid göstermekle görünen etvâr içinde sığışmaz.
İşte, yanlış gitmemek için her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibariyle işitilen evsaf-ı adiye
{}
içinde başını kaldırıp hakiki mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş nûranî şahsiyet-i maneviyesine bakmak lâzımdır. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer...”
{}
Yükleniyor...