İşte bu hakikat yine vücud ve vahdet-i Rabbaniyeye bakan bir pencere açıyor. Kâinat, bu pencerede nağme-i
اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ
ile teganni edip şehadet getiriyor.
Hem her şeyin hilkatini Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad’e isnad etmeyi, kasır olan nazar ile külfetli ve hayretli, istiğrablı ve istib’adlı gören ve bu görüş ile binnetice istinkâra, yani inkâr etmeyi kabule giden bir fikir ise, bir batıl tevehhümün mahsulü iken; halbuki eşya, vücub ve vahdet mertebesinin Sahib-i Zülcelal’i olan Cenab-ı Hakk’a isnad edilmediği vakit, tevehhüm edilen o müşkilatlar, hakikî bir şekil almış olurlar. Belki eğer eserler imkân ve kesret ve esbaba veya kendi nefisleri canibine isnad edilirse, kâinatın eczaları adedince külfetler, hayretler, istiğrablar ve istib’adlar muzaaf ve katmerli bir şekil alırlar.
Demek, bütün eşyayı birden Cenab-ı Vâcib-ül Vücud’a vermekte tevehhüm edilen o zorluklar ve istiğrablar, eşyadan tek bir cüz’ün de, Allah’ın gayrisine isnad edildiği anda o tevahhüm hakikat oluyor. Belki birincisi, yani her şeyi sahib-i hakikîsi olan Allah’a vermek; ikincisinden bin kat daha kolay ve sühuletlidir. Çünkü çoğun birden suduru, birin çoktan sudurundan daha çok az külfetlidir. Bilhassa o çoklar, eğer kör ve birbirlerinin aksine hareket eden şeyler ise, içtima’ları çoğaldıkça, o nisbette körlükleri de ziyadeleşir.
Çünkü meselâ bir arı, eğer Vâcib-ül Vücud’un yed-i kudretinden çıkmadığı farzedilirse, o zaman o arının küçücük vücudunda bütün yer ve göklerdekilerin iştirakleri lâzım gelir. Belki bir cüz’-ü vâhid, maddî sebeblere havale edilip Vâcib-ül Vücud’a isnad edilmezse, külfet ve
Yükleniyor...