اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ
lisanıyla şehadet ediyor.
Hem birbirine bakan âsâr-ı muntazamanın birbirine müşabehetleri -göklerdeki yıldızlar gibi- ve birbirini andıran eserlerin tenasübleri -yeryüzündeki çiçekler gibi- dahi delâlet ederler ki; her şey ve bütün eşya, tek bir Malik-i Zülcelal’in malıdır. Ve bir tek mutasarrıfın taht-ı tasarrufundadır. Ve masdarları ve destgâhları, tek bir kudrettir. İşte bu da yine Vâcib-ül Vücud’un vücub ve vahdetine olan bir menfez açarlar ki, kâinat o menfezde
اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُو
lisanıyla şehadet eder.
Hem her zîhayat, şuurkârane muhtelif çok eserler ve cemaller gösteren bir çok esmanın cilvelerine mazhariyetleri görünüyor. O esma-yı hüsna ise, hattâ tekbir şeyde bile tesir ve müşabehette mütesanid ve müşarik olup, ve bütün esma, hepsi yekdiğerlerinin içinde; güneşin ziyasındaki elvan-ı seb’a gibi müteakis ve mütemazic bir vaziyette bulunmaktadır. Ve bu ahval, her eserde ki vahdetleriyle delâlet ederler ki; onların müsemmaları birdir, vâhiddir. Bu ise, bizzarure delâlet eder ki, meselâ bir zîhayatın Hâlıkı kim ise, elbette onu ademden çıkarıp suret giydiren ve ona pek çok nimetler bahşedip onu perverde eden Bariide, Musavviri de odur. Hem onun rızkını veren kim ve hangi zat ise, elbette bütün rızık menbalarının hâlıkı da odur. Ve elbette menabi-i rızkiyenin Hâlıkı olan zat, bütün kâinata hükmü geçen ve hâkim olan aynî zat olabilir. İşte bu hakikat ise, yine vücub ve vahdet mertebelerine bakan bir
Yükleniyor...