Yani şu kâinat, içindeki bütün âlemlerin enva’ıyla

لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ

der. Ve o âlemlerin erkânlarıyla

لَا خَالِقَ اِلَّا هُوَ

ve o erkânların azalarıyla

اِلَّا هُوَ لَا صَانِع

ve o azaların eczalarıyla

لَا مُدَبِّرَ اِلَّا هُوَ

ve o eczaların cüz’iyatıyla:

لَا مُرَبِّيَ اِلَّا هُو

ve o cüz’iyatların hüceyratıyla

لَا مُتَصَرِّفَ اِلَّا هُوَ

ve o hüceyrelerin zerratıyla

لَا خَالِقَ اِلَّا هُوَ

ve o zerratların esîrleriyle

لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ

derler.

Demek ki, âlem ve kâinat, Vâcib-ül Vücud’un vücub-u vücuduna ve vâhidiyet ve ehadiyetine bütün envaıyla, erkânıyla, azasıyla, eczasıyla, hüceyratıyla, zerratıyla ve esîriyle şehadet ettiği gibi; ifraden ve terkiben dahi mürekkebat-ı mütesaide-i muntazamalarıyla, Sani-i Ezelîlerinin vücub-u vücudunun bayrak-ı şehadetini her tarafta dalgalandırıyorlar. Sonra o müfredat, mürekkebat-ı mütesaide içinde seyr-i sülûk ile urûc ettikten sonra, pek garib nakışlarla süslenerek rücu’ ile nüzûl edip, ayrı bir tarzda yine Nakkaş-ı Ezelî’nin vücub-u vücuduna şehadet ediyorlar. Demek, kâinat’ın erkanlarının herbirisi, (ellibeş lisan) ile Cenab-ı Ma’bud-u Ezelî’nin Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad olduğuna şehadet ediyorlar.

____________________________________


Yükleniyor...